Sayfalar

6 Aralık 2011 Salı

Kinyas ve Kayra (Bir ilk kitap: Hakan Günday)

Biri tamamen kaybolmuş ve kendini yok etmeye çalışan, diğeri ise durmadan arayan ama bir türlü bulamayan, ancak yılmayan, iki garip arkadaşın hikayesi. Daha doğrusu, iki çelişkili zihin. Dünya ile aynı hızda dönmeyi başaramamış ve bunun hıncını da diğer insanlardan ve kendilerinden çıkarmaya çalışan iki kayıp ruh. Biri, ucundan bile yakalama umudu olmayan, diğeri ise tamamen kopup gidecekken son anda kendini ‘sevgi’ye tutkallayarak tutunabilen iki adet tutunamayanın hikayesi Kinyas ve Kayra.

Oğuz Atay’ın Selim’i ne kadar sevimli, içten ve bizden görünüyorsa, Kinyas ve Kayra’nın tutunamayanları da o kadar iğrenç, itici ve çirkinler. Zaman içinde tutunamayanlar bile daha bir yozlaşmış diye düşünesi geliyor insanın.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Ey Çaresizlik!.. Adını ‘acıyı paylaşmak’ koymuşlar…

Paylaşılabilir bir acı olsa bari… Böylesi nasıldır, insanı nasıl böler ortadan ikiye, sonra dörde, beşe, onyediye ve yok eder sonra, hala hayattaysan bile. Bilinebilir mi… Anlaşılabilir mi ki, paylaşılabilsin.

20 Ekim 2011 Perşembe

Beyoğlu Rapsodisi (kitabı okumayanlar ve okuma niyeti olanlar bunu okumasın zira sürprizin içine ediyorum!..)

Halk türkülerinden ve milli ezgilerden oluşturulan müzik eseri demek rapsodi. Macar Rapsodiler’i vardır mesela Listz’in, meşhur. İçinde onca çok- sesliliğe rağmen en çok Beyoğlu’nun çalıp söylediği böyle bir kitaba güzel bir isim olmuş; Beyoğlu Rapsodisi. Yazarı Ahmet Ümit.





14 Ekim 2011 Cuma

Portakalım Altınım!..


Kadınlardan oluşan bir juri değerlendirdi bu sene Altın Portakalı. Ne yalan söyleyeyim, hiç bakmadım kimdir bu kadınlar, ne yaparlar diye. Kadın olmaları, bir film yarışması bile olsa dünyanın belli bir kesiminin dinlediği, hem de can kesilip dinledği bir kulağa duyulacak bir ses yaratacak olmaları hoşuma gitti. Altın Portakal öncesi twitterdan takip ettiğim bazıları Zenne’yi en iyi film olarak konuşuyorlardı. Biraz araştırıp nasıl bir şey olduğunu öğrendiğimde benim de ilgimi çekti. Tamamını izlememiştim tabii, film vizyona girene kadar o meşhur jurinin değerlendirmesine güvenmek zorundaydım. Vakti zamanı gelince kendi düşüncelerimi de burada paylaşacağım elbette. Ama, her şeyden önce, ilk önce, bu akşam hissettiklerimi paylaşmam gerek.

9 Ekim 2011 Pazar

Şarkını Söylediğin Zaman


2011 yılının Ekim ayı kitabıydı Charlotte Türkçe Kitap Klubünde (Meraklisina; https://www.facebook.com/groups/339206104245/ ). Daha önce Ölü Erkek Kuşlar’ı ve Mor’u okunmuş genel bir beğeni ve hayranlık oluşmuştu yazara karşı. Şarkını Söylediğin Zaman’ın daha yayımlanacağı söylentileri sırasında karar vermiştik neredeyse okumaya. Seviyorduk İnci Aral’ı. Klubün bütün aktif üyeleri tarafından paylaşılan ortak bir hevesle bekledi sırasını… Ekim’in gelmesini. Bir önceki ayın kitabı Şairin Romanı olduğu için üç sıfır yenik başlamış olsa da maça yazarına duyulan genel yakınlık büyük avantajdı roman için. Ama bunların hiç biri sonunda uğranılan hayal kırıklığını önleyemedi.

8 Mayıs 2011 Pazar

Hay bin Laden!..

İki tane twitter hesabım var. Birinde sadece Türkçe twit yazıyorum ve Türkiye’ki eş- dostla, beğendiğim, değer verdiğim haber ve sanat adamlarını takip ediyorum. Diğerindeyse sadece İngilizce haberleşebilen insanlar var takibimde ve Amerika’dan bir iki tanıdık. 140 karakterle durum tahlili, tespiti veya ifadesi yapılamayacağını iddia edip uzun süre uzak kaldığım twitter, zaman içinde en güvenilir haber etme ve haberdar olma aracım oldu. Takip ettiğim kuş sayısı tam bir sürü bile etmez ve izleyenim de yok gibi bir şey. Ama, ben aldığım haberlerden, okuduğum farklı görüş açılarından gelişip çoğaldığım gibi her konu hakkında fikir sahibi, taraflı ama yandaş olmayan, kıvrak zekalı ve cesur yürekli twitdaşlarımdam çok memnunum.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Bir garip 23 Nisan!

Oldukça tombul ve bu yüzden de epey utangaç bir çocuktum. Kalabalık önünde kafamı yerden kaldıramasam ve bir şey söyleyeceğim derken titreme nöbetlerine kapılsam da her sene 23 Nisan etkinliklerinde yapılacak bir sahne işi illa ki çıkardı başıma. O zamanlar kalabalık tanımım da tanış olmadığım, daha önceden bilmediğim iki ya da üç kişilik gruplardı. Varın siz hayal edin, sahne denen o yerde sesimi çıkarmakla kalmayıp bir de duyurmaya çalışan halimi.

Sene kaçtı hatırlamıyorum şimdi, 23 Nisan’lardan birinde krapon kağıdından yapılmış elbiseler içinde uzunca bir şiirin dörtlüklerini okumamız istenmişti. Elbiseler beyaz kağıttandı ve üzerine her bir çocuğun önüne bir rakam ya da harf gelecek şekilde, kırmızı kağıttan 2-3-N-İ-S-A-N işlenecekti. Annem, çok iyi dikiş dikerdi benim. Hala da iyidir iğnesi, ama artık sıkıldı, dikemiyor eskisi gibi.

16 Nisan 2011 Cumartesi

Şiiişşşttt!.. Konuşma. Bugün ‘Sessizlik Günü’

Sabahları benim oğlanı uykudan kaldırmak, ‘Bütün kışkırtmalara rağmen katil olmamayı başarabilir misin?’ testi ile ‘Iyi ve sabırlı bir ebeveyn misiniz?’ testi arasında bir delilik provası gibidir. Sonunda saçlarımın her bir teli başka bir yere bakmıyorsa ve çocuk da hala sağ ve sağlıklıysa her ikisini de başarıyla geçmişim demektir.

Ama bizimki sıradan testler gibi bir seferlik yapılan ve geçince eline sertifikası tutuşturulan türden değildir. Sonucun geçerliliği sadece ertesi sabaha kadardır. Siz, yeni bir sabah başka bir test almak üzere oğlanın odasına girene kadar.

Gecenin sabaha daha yakın olan bir yarısında yattığı için hiç acımadan her sabah beni bu testlerden geçmeye mecbur eder oğlum. Canı sağ olsun.

12 Nisan 2011 Salı

Tanrım beni anlık tepkilerimden yarat!..

Küçük kızıma dört yaşındayken ADHD teşhisi koydular. Aslında neyi olduğunu bilemediler ve bizi boş göndermemek için de bilinemeyenin adını ADHD koydular. Ya da ben öyle olduğunu düşünüyorum. Evet, yaradılıştan biraz şüpheci sayılırım, ama içinde bulunduğum durumda başka türlü olabilmek de imkansız. Çünkü ne ilaç tedavisi ne de terapiler çocuğa dikkatini nasıl toparlayacağını ve bir sayfalık yazıyı ikide bir kafasını kaldırıp hülyalara dalmadan, parallel evrenlerde başka gezegenlere yollanmadan bir çırpıda okuyup peşindeki soruları nasıl cevaplayacağını öğretemedi. Bizimki, parağraf arasında gittiği yerlerden dönüp sorulara gelinceye kadar okuduğu şeyin neden bahsettiğini bile hatırlayamıyor ki hakkındaki soruları cevaplasın.

10 Nisan 2011 Pazar

Eat, Pray, Love

Günlerdir Pasifik’teki balığın nefesine karışan tonlarca radyasyon, Orta Doğu’nun bir fütursuz tiranların bir onlara karşı koyanların eline geçen şehirlerde itinayla yok edilen geleceği, kitap olup basılamadan mahkum edilen fikirler, taş kalpli canilerin ellerinde can veren minik yürekler derken ‘IMDATTT’ diye bağırasım geldi geçen akşam. Bugüne kadar dayanmış olmam da bir çeşit mucize ya, neyse. Bu yaşta deli danalar gibi bağırır da kazara birisinin duyması karşısında deli yerine konulurum diye korktuğumdan şöyle hafif bir film seyredeyim istedim. O da boşa geçen zamanı çınlatan bir çığlık yerine geçer nasılsa dedim.

Kötü filmler bazen iyi gelir insana.

9 Nisan 2011 Cumartesi

Aglayan ayva, gulemeyen nar!..

Kaç yaşındaydım hatırlamıyorum, ağaçların da konuşabildiğini öğrendim.

İlham Abi’nin zar zor babamı ikna edişi geliyor gözümün önüne. Unutulmaya yüz tutmuş onca anının arasından bir o mu geçen zamana dayanabilmişti, yoksa gencecik ölerek yokluğunu boğazıma bir düğüm gibi atan, arada sırada hatırladıkça soluğumu kesen İlham Abi’nin hatırası mı götürdü beni o günlere bilmiyorum.

Yüksel Abi, çocuklar için yapılıyor bu, küfür müfür olmaz.” diyor ve sıkı sıkı tutuyordu elimden. Sebebini anlamasam, sonucundan ne gibi bir fayda sağlayacağımı kestiremesem de benim için iyi bir şeyler yapmaya çalıştığını sezinliyor, ben de yapışıyordum o zamanlar minik ellerimin içinde kaybolduğu, bana bir baba kadar kocaman görünen avuçlarına.

8 Nisan 2011 Cuma

Yere Düşen Dualar

Bölük pörçük bir yoruma hazırlıklı olun.

Sama Kaygusuz öyle bir dağıtmış ki ortalığı, toparlayabilmek benim gibi fanilerin işi değil.

Ama güzel blogumun o güzel hatırı için çalışacağım. Bu arada iyice dağılırsam, hiç toplamaya kalkmayın. Bırakın öyle kalsın. Ben bu karışıklığı, Kaygusuz’un içinden bir destan çıkardığı bu dolma-dolaşıklığı pek sevdim.

Yere Düşen Dualar, iki masalsı anlatımdan oluşuyor. Bu iki anlatım, belli belirsiz bazı yol ağızlarında karşılaşıyor ama siz daha ‘ben bunu nereden biliyorum’ diye düşünürken kendi yolunda uzayarak kayboluyor.

30 Mart 2011 Çarşamba

Paranoyanın Arapçası

Paranoyaklaşıyoruz gitgide.

Enformasyon yağmurunun altında ıslansak mı kuru mu kalsak, onu bile bilemiyoruz.

BM, Libya’da ne yapmalı diye tartışıp dururken, Arap hükümetlerinin de arkalarında durduğunu zannediyorlardı. Ben, bu doğrultuda haberler duyduğuma eminim, en azından. Ama şimdi, Amr Musa kalkmis Araplari BM’e karşı, ya da BM’in Libya’dakı hareketine karşı örgütlemeye çalışıyor.

Bu, en son gelismelerden biri.

29 Mart 2011 Salı

Hayat devam ediyor

Uc senedir duman duman basimda tuten hasretlikten sonra nihayet bu sene Turkiye'ye uzun bir ziyaret planlamistim.

Sakinilan goze cop batar derler ya, hay demez olasiymislar.

Ne zaman bir seyi cok istesem ya bir aksilik cikar istedigim gibi olmaz ya da hic olmaz.

Bu bir tek bana mi boyledir diye cok dusundum, inanin. Kursun bile dokturmeye raziyim, eger cozum olacaksa... :)

28 Mart 2011 Pazartesi

Felaket'in Japonca'sı

Ne zamandir yazamiyorum...

Mazeret bildiremeyecegim, cunku yok.

Bu sefer, hakikaten icimden gelmiyor da ondan yazmiyorum.

Icimden sadece oturup aglamak geliyor.

25 Şubat 2011 Cuma

Tenzile

“O bir yolcu sen bir hancı,
Gördüğün en son yalancı… Nını-nını-nııı…”

“Tenzile kız, kes tıngırdanmayı da gel bana yardım et.” Diye bağrındı yanıbaşından Ayşe.

Aklı biraz eksik kalmış olsa da kulakları duyuyordu çok şükür. Her seferinde sağır muamelesi görmekten gına getirmiş olsa da sesini çıkarmadı Tenzile.


Bir oyku calismasi...

Bu bir oyku calismasiydi. Bazi bildik yazarlarin daha once yayimlanan cumlelerinden secip oyle baslatiyor ve kendimizce yepyeni bir oyku yaratiyorduk. Bu yazinin ilk paragrafi da Elif Safak'in yazilarindan birinden alinir ve sonrasinda bir aleme binilip gidilen o yere dogru ilerler...

İkisi de evliler. İkisi de çoluk çocuk sahibi. İkisinin de önem verdikleri bir kariyeri var. Alanları hayli farklı. Biri dişçi, diğeri bankacı. İkisinin de amaçları, hırsları, hayalleri ve yüreklerinin mahzeninde titrek alevli bir mum gibi yanan saklı sırları var.

Ozgurlugumden Biyiklarim Meshul...

Ne denizden ince ince esen rüzgar, ne gece boyunca uyumamış olmasıydı asıl neden; yürürken onu sendeleten şeyin, bir tür hafiflik, bir tür baş dönmesi olduğunu sonra anladı. Temiz havadan dönüyordu başı. Tabii ya, denizden esen rüzgara karşı şöyle salına salına yürümeyeli ne kadar olmuştu? Yoksa hiç olmamış mıydı?.. O kadar uzun zaman olmuştu ki, hiçlik kadar önceydi sanki. Derin bir nefes çekti içine, ciğerlerinin yandığını duydu. Bu acı bile iyi geldi. Dışarıdaki dünyanın varlığı ne zamandır içinde uyuyup duran yaşama sevincine sıkı bir çimdik atmıştı sanki. ‘Kendine gel’ diyordu temiz havayla yenilenen teni, hayatın capcanlı bir kanıtı gibiydi havadaki tuzla hafifçe kırçıllanmış tüyleri. Öyle zevklendi ki, bıyıkları titredi inceden.

Cindy ile Bay Robinson - Hikaye I

Hızlı yemek servisi yapılan ve oturma yeri olmayan lokantalardan biri burası. Lokanta da denmiyor aslında onlara. FastFood Restaurant’ın bir Türkçe karşılığı var mı bilmediğimden ona ne isim vereceğimi de bilemedim. Pencere kenarına koydukları sandalyelerden birine oturup yemeğin hazırlanmasını bekliyorsunuz ya da daha önceden telefonla verdiğiniz siparişi alıp hemen çıkıyorsunuz. Tek tip yemek yapıyorlar, ama içindeki karışımı ya da üzerine koyduklarını birkaç seçeneğin arasından siz belirleyebiliyorsunuz. Adından da belli olduğu üzere, oldukça hızlılar. Bir müşteri siparişinin hazırlanması en fazla kırk beş dakika sürüyor. Bulunduğunuz yere servis istediyseniz, onları yerine ulaştırmak için hazırda bekleyen bir iki tane de motorize elemanları var. Öyle bir yer işte. ...