Sayfalar

25 Şubat 2011 Cuma

Tenzile

“O bir yolcu sen bir hancı,
Gördüğün en son yalancı… Nını-nını-nııı…”

“Tenzile kız, kes tıngırdanmayı da gel bana yardım et.” Diye bağrındı yanıbaşından Ayşe.

Aklı biraz eksik kalmış olsa da kulakları duyuyordu çok şükür. Her seferinde sağır muamelesi görmekten gına getirmiş olsa da sesini çıkarmadı Tenzile.



Hiç konuşmuyor olması duymasına engel değildi ki. Ama yok!.. Bir kere adın özürlüye çıkmaya görsün, her yerine bir kusur bulurlar. Konuşmuyor ve onlar gibi hızlı düşünemiyordu ya, görmesi, duyması ve hatta varlığı bile hatalı olmalıydı. Başka türlüsünü yadırgıyordu insanlar. Dahası, işin kolayına kaçıp reddediveriyorlardı bir çırpıda. Kendininkilere nasıl alıştıysa onların bu eksikliğine de eyvallah çekiyordu Tenzile. Alışmak ve susmak, hayatta kalabilmek için şarttı. O da kulaklarını dört açmış içgüdülerinin sesini dinliyordu işte, ne yapsın?

Sadece aklından geçirerek söylemeye çalıştığı şarkının dış dünyaya sımsıkı kapattığı kapılarda bulduğu bir çatlaktan sızarak mırıltıya dönüşmüş nağmelerini hızlıca yutkundu ve Ayşe’nin yanına seğirtti. Büyük evin ağır misafirleri vardı bu akşam. Her zamanki hizmetli kalabalığına bir de Ayşe eklenmişti şimdi. Göya yardım ediyordu. Herkese emirler yağdırarak en çok o çabalıyormuş gibi görünmekten başka iş yaptığı yoktu oysa. İçlerinde büyük hanımın da bulunduğu bir iki kişi dışında, kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmezlerdi, ama soramazlardı da. Kimin ihtiyacı varsa ona yardıma gider, fazlaca bir emek gerektirmeyen geçimini kolayca sağlardı. Vicdanlarını cüzdanlarında temizleyenlerin katkısı da yadsınamazdı tabii bu işte. Orta Evin Ayşe’siydi o. Nerede bir davet var, kim misafir ağırlıyor bilir, soluğu orada alırdı. Nasıl duyar, kimden haber alırdı bilinmez. Ayrık otu gibiydi, ama nerede biteceğini iyi bilir ve orayı kendi seçerdi Ayşe. Dolayısıyla hep zengin evlerinde görünür, az işe bol bahşiş desturuyla yaşar giderdi.

“Kız seninki de hayat değil ya, ne yaparsın?” dedi Ayşe. “Kahpe felek işte; kimine kavun, kimine kelek.” Bir yandan önünde küçük bir tepe formunu almaya başlayan yığına, doğradığı soğanları ekliyor, bir yandan da Tenzile ile monoloğunu sürdürüyordu.

“Anacığın öldüğünde senin bu hale geleceğini bildiydi ya.” dertliymiş de derdine bir derman bulunamıyormuş gibi salladı kafasını çaresizce. “Çok direndi garibim, amma vakit keraate erince kimse gidene dur diyemiyor işte.” anasının halinden haberi bile olmadığına yemin edebilirdi Tenzile. Lakin, uydurduğu hikayeleri özenerek gerçeklere yaklaştırmasını öyle iyi biliyordu ki Ayşe, gönülsüz bir ‘Acaba?’ gelip yerleşiyordu insanın kafasına. Yıllarca herkesin kapısını bacasını dinleyerek geliştirdiği, bolca pratik yaparak sağlamlaştırdığı özel bir yeteneği vardı. Annesinin giderken çok zorlandığına emindi Tenzile ve hiç istemediğine. Kim erkenden, hem de ardında kimsesiz ve gencecik bir kızı bırakıp, onu kurtlar sofrasına ikram eder gibi ölmek isterdi ki. O gittikten sonra kızının başına gelecekleri tahmin ettiğinden de emindi Tenzile. Ve hiç birinin Ayşe’nin umurunda bile olmadığından da. Konuşuyordu işte. Torba dolsun, iş olsun, vakit geçsin, veya ağzındaki ishal biraz rahatlasın diyeydi zaar.

Çok uğraşmış, ama bir türlü kaçmayı becerememişti Tenzile. Geceleri kapısını kilitliyorlar, gündüz de evin önündeki beş on metrekarelik bahçeden dışarı çıkmasına izin vermiyorlardı. O ilk denemeden sonra ne çarşaf sermişlerdi yatağına ne de perde asmışlardı delikten biraz hallice pencereye. Evde o kadar kalabalıktılar ki, birileri duyup görmeden bir şey yapmanın imkanı yoktu zaten. Herkesin her şeyi bildiği, ama bilmiyormuş gibi yaşadığı, aksi halde barınamadığı evlerdendi bu. Küçük küçük bir sürü sırrın büyüyüp yuttuğu, neyin, neden ve kim tarafından yapıldığının bir süre sonra tamamen unutulduğu kocaman bir kara delik gibiydi. İçin için büyüyor, patlamaya yaklaşıyordu, ama önüne geçen, ona yaklaşan her şeyi ve herkesi de yutmaya devam ediyordu. Ne kadar olduğunu artık hatırlayamadığı uzun bir süre sonra vazgeçti Tenzile. Ve sustu.

İlk kez denediğinde henüz on beşinde bile değildi. Büyük evlat evde kalıyordu artık ve o öğrenciyken kendini toparlayıp biraz olsun unutmaya çalışarak geçirdiği kış aylarının ayazını özler olmuştu. Günde bazen on defa Tenzile’yi odasına çağırıyordu adam. İlk iki seferden sonra çoğunlukla yoruluyor, ellerini kullanmaktan vazgeçiyordu ve kırbaca, zincire, kancaya, bazen de odundan yapılmış kalın sopalara başvuruyordu. Kendinden, bedeninden geçmişti de Tenzile, ruhundan da geçmek üzereydi. Zaten kimseye dinletemezdi kendini ya, söyleyecek hal de kalmamıştı artık. Sustu Tenzile. Kimse farketmedi ondaki sessizliği. Böylesi işlerine de geliyordu zaten. Kafasına yediği darbelerden olsa gerek, az da duyar olmuştu. Yakında ölür gider nasılsa diye mi düşünüyorlardı acaba? Oysa bedeninde kapanmaya fırsat bulamadan yeniden açılan yaraların acısından iyice keskinleşmişti Tenzile’nin algısı. Duyuyor, anlıyor, görüyordu ve bu onu daha da acıtıyordu.

Bir keresinde kendini atmıştı pencereden, ama çocuk bileklerine fazla gelmişti şuncacık yükseklik. İncinen bileğine kırık bir de kalça eklemişti evin büyük oğlu sonradan. Aklı gibi aksıyordu şimdi sağ bacağı da. Seneler böylece geçip gidiyordu. Saymıyor ve hiç bir şey beklemiyordu Tenzile. Ne uzayacak ne de kısalacaktı nasılsa. Belli olmuştu, hep böyle güdük kalacaktı. Büyük-büyük beyin gayrı meşru torunu olmaktan başka meziyeti olmayan eksik akıl bir topal; o kadar.

O gece Ayşe’yle birlikte mutfakta sabahladı Tenzile. Tencerenin biri gidiyor, kızcağız sağından soluna dönünceye kadar boşalıp geri geliyordu. Sonra bir diğeri, öbürü derken, kaç tane sofra kurup, kaç tane kaldırdıklarını bilemedi. Geleni gideni çok olurdu konağın, ama bu seferki başkaydı. Hiç bu kadar çok tabak çanak yıkadığını ve yıkar yıkamaz tekrar sofraya gönderdiğini hatırlamıyordu Tenzile. Düğün desen değil, cenaze hiç değil, hayırdır inşallah diye düşündü. Sadece onlar değil evdeki bütün hizmetliler perişan olmuştu. Sabahın ilk ışıkları bahçe kapısının ebruları arasından alı al, moru mor süzülmeye başladığında elindeki bezi tezgaha fırlatıp biraz dışarı çıktı. Serin Nisan sabahı öyle iyi gelmişti ki, neredeyse bütün yorgunluğu uçtu gitti. Ayşe de mutfaktaki koca tandırın önüne kıvrılmış uyukluyordu nasılsa, dış kapıya doğru yürümeye başladı. Çıkışa yaklaştığında hala birinin gelip onu durdurmamış olmasına şaştı. Korumalar da mı uyuyakalmışlardı. Kaçamak bir gülüş hızlıca gelip yerleşti dudağına, ama çok kalamadı. Boşu boşuna umutlanmanın faydası yoktu. Kim bilir kaç defa gelmişti buraya kadar, hatta daha ileriye bile gitmişti, ama sonunda hep geri dönmek zorunda kalmıştı. Şimdi de öyle olacaktı nasılsa, ama gidebileceği yere kadar gitmenin ne zararı vardı. Yakalanırsa korumalar, yakalanmazsa akşama küçük bey, nasılsa dövülmeyecek miydi. Deminki gülüş ne kadar inatçı olduğunu göstermek istiyor olmalıydı ki, geri geldi. Hafifçe sol yanağına doğru yürürken ‘Benden kolay kurtulamayacaksın.’ der gibiydi. Ona avazı çıktığı kadar bağırıp, ‘Kurtulmak isteyen kim? Gitme, hep orada kal, sağ yanağımda.’ demek istedi, ama konuşmaya konuşmaya dili paslanmış mıydı neydi, sustu yine. Sadece kemikten ibaretmiş gibi duran cılız omuzlarını silkeleyip yürümeye devam etti Tenzile.

Neden sonra vardığı yere, daha önce hiç gelmemişti. Hafif bir yokuş çıktıktan sonra, ilerde, ulaşılamayacak kadar uzak duran büyük, çok büyük mavi bir düzlüğe doğru inmeye başlamıştı yol. Fakat, o da ne?..

Bu koku… Bu, çağıran, tutulamayacak kadar güzel sözler fısıldayan ses… Bu, uçmak için eksik olan tek şeyi sırtına yerleştiren esinti… Bu, asılsız olduğu kadar imkansız özgürlük hissi… Deniz miydi yoksa o mavilik? Bu kadar uzaklaşmış olabilir miydi büyük evden? Ve eğer, eğer… Ola ki… Yok, yok… Düşüncelerinin, başında dönüp duran yalana aldanıp ona ait gerçekten uzaklaşmasına izin veremezdi. Yoksa, hep olduğu gibi daha çok acıyacak, belki bu sefer hiç iyileşemeyecekti. Bu ne kadar kötü olurdu diye düşündü bir sure. Aman, yalandı nasılsa her şey. O da yorgunluktan mutfakta uyuya kalmıştı; Ayşe’nin yanına. Bu olanlar, bu koku, bu ses ve ardından ittiren bu serin nefes, hepsi, hepsi… Hoş bir rüyadan ibaretti. Öyle olsa bile, biraz daha görmek istiyordu onu, hevesle gözlerini kapattı. Karşısına çıkan karanlığa hazırlıklı değildi. Gözleri kapalı görülmez miydi rüyalar. Farkındalığın verdiği aceleyle tekrar açtı onları. Mavi iyice yaklaşmıştı ve o yürüdükçe daha da yaklaşıyordu. Koşmaya başladı Tenzile.

Koştu, koştu… Hiç düşünmedi ve hiç durmadı. Kıyıya vardığında da tereddütsüz devam etti Tenzile. Yürüdü, denizin içine içine... Erken bahar sabahında sabırsızca çırpınan, bir açılıp bir koyulan mavinin davetkar bakışlarını karşıladı, çağıran sesine kulak verdi ve bir süre sonra ondan başka bir şey duyamaz, göremez, düşünemez oldu. Masmaviydi her şey, ama soğuktu da. Üşümemek için denize daha sıkı sarıldı Tenzile. O da karşılık verdi, sardı sarmaladı genç kadını. Ne gün sarısı ne gece karası, şimdi tek isteği mavi olmaktı ve sonsuza kadar mavi kalmak.

Hiç yorum yok: