Sayfalar

20 Ekim 2011 Perşembe

Beyoğlu Rapsodisi (kitabı okumayanlar ve okuma niyeti olanlar bunu okumasın zira sürprizin içine ediyorum!..)

Halk türkülerinden ve milli ezgilerden oluşturulan müzik eseri demek rapsodi. Macar Rapsodiler’i vardır mesela Listz’in, meşhur. İçinde onca çok- sesliliğe rağmen en çok Beyoğlu’nun çalıp söylediği böyle bir kitaba güzel bir isim olmuş; Beyoğlu Rapsodisi. Yazarı Ahmet Ümit.





İyi bir polisiye okuru değilim ben. Elime ne geçerse okurum, ama bir türlü içine girip ya kahramanlardan ya da köşede duran ağacın yapraklarından biri olmayı başaramazsam o kitap bitmez. İlla da bitireceğim diye başlayanlardan değilim yani. Polisiye de ne kurban ne de avcı olmayı becerebilen bendenizin içine kolayca girebileceği türden bir kurgu değildir. Beyoğlu Rapsodisi’nin ilk sayfasını da bu bildik anlayışla açtım. Başlangıçta zorlanır gibi oldum, ama kısa süre içinde hoş bir sürprizle karşılaştım. Çok candan ve eski bir arkadaşı sayfaları arasından çıkarıp ellerime vermişti kitap ve bitirinceye kadar onu bırakamadım; Beyoğlu. Zaman zaman durup, bu Selim’in anlattığı bir hikaye midir yoksa Beyoğlu ellerimden tutmuş beni kendi içinde bir seyr’ü sefere mi çıkarmıştır diye düşünmeden edemedim. Kitabın genelinden çok, sokaklarından geçerken, caddesine çıkarken, pasajında içerken, mevlevihanesinin bahçesinde huzur solurken, Mercan’da demlenirken ya da Hacı Salih’de iştiha ile atıştırıken yaşadığım Beyoğlu’ndan hoşlandım ben. Selim ne zaman Tarlabaşın’da, Sakız Ağacı Caddesi’nin girişinde arabasından inip semtin her sokağında başka başka yaşanan o maceraya atılsa ben de onunlaydım. Sağ tarafında Katolik Ermenilerin Surp Asdvadzaddin Kilisesi, az ilerde travestilerin çalıştığı randevuevlerinin bulunduğu sokak, ortalarda Sinepop Sineması’nın çıkışı, sonuna doğru da Cuma namazlarında cemaatin yollara taştığı tarihi Hüseyin Ağa Camii’nin olduğu bu caddenin üstünde Hacı Abdullah Lokantasının önünde bekliyordum Kenan ve Nihat’ı. Bu tatlı rapsodi başından sonuna kadar hoş bir ninni gibi salladı beşiğimi. Güzel, ama bir o kadar da heyecanlı ve beklenti yüklü bir rüyanın içinde Beyoğlu ve ben kitap bitinceye kadar hoş bir zaman yaşadık.

Bunca güzel sözden sonra okurken beni rahatsız eden noktalara da değinmek isterim. Zaman zaman kurguda boşluklar olduğu izlenimi edindim. Üç kişinin katili olabilen bir insanın kendine özel sebebi ne kadar onurlu ya da suçun ağırlığını hafifletir nitelikte olursa olsun kitapta bize gösterilmeye çalışılan şefkatli tarafı, neresinden bakarsam bakayım yapmacık göründü gözüme. Hem katil hem de iyi bir aile babası olabilmek için bölünmüş bir kişiliğe sahip olmalı insan diye düşünüyorum. Hele oğlu, normal çocuklardan çok daha fazla emek, sabır ve şefkat isteyen down sendromlu bir hastaysa. Oysa Selim, gerçek olamayacak kadar normal ve tüyleri havalandıracak kadar soğukkanlı bir kahramandı. Katilin anormalliğine yani aşırı normalliğine bir başka kanıt olarak yine öldürdüğü insanların resimlerini ilk gördüğünde sergilediği sıradan insan davranışı da örnek gösterilebilir. Acemi okur bendeniz, adamın bir panik atak yaşamasını beklerken, onun sadece ölen kızın ve erkeğin duvarlarında asılı duran tuhaf resimlere takılmış olması daha başlarda ilgiye onun üzerinden almak için planlanmış belli, ama sonradan düşününce insanı rahatsız ediyor. Aldatılmış hissediyorsunuz kendinizi. Keşke diyorum, sonunda Selim çift kişilikli bir adam çıksaydı. Böylece onu katil olarak görmekten duyduğumuz sürprizi aynı coşkuyla yaşar, hem de iyi bir aile babası olmasına uygun bir gerekçe edinirdik.

Bir başka açıklanamayan durum ise Selim’in Catherine Varchand’ı öldürüp onun ağzından yazdığı mektubu postalaması için gittiği Paris seyahatine, İtalyan’larla görüştükten sonra entipüften bir sebepten hem de hiç istemeden çıkmış olmasıydı. Evet, bu da en sondaki sürpriz anlaşılmasın diye yapılmıştı, ama sürpriz açığa çıktıktan sonra yapmacıklığıyla okuyucuya rahatsızlık verdi. Peki, Kenan’ı gerçekten uzaklaştırmaya çalışırken beceremeyince neden satanistler üzerine gitmedi mesela Selim? Halbuki Kenan cinayetlerin sebebi olarak bu konuyu görmeye son derece eğimliydi ve pekala da gerçekten fazlasıyla uzağa düşüp sonunda vazgeçebilirdi. Oysa Selim, neredeyse göz göre göre arkadaşını aramaya ve gerçeği bulmaya kışkırttı. Biliyorum, fazla mantıklı davranıyor ve ‘Sonuçta bu da nihayet bir roman’ deyip geçemiyorum. Belki de hem kitaba hem de yazarına gerektiğinden fazla değerler yüklememden, onlardan verebileceklerinden fazla şeyler beklememdendir.

Sonuç olarak, roman yazamak ahlaksızlıktır bence. İçinizi dışınıza çıkarır. Orada gerçekte kimselere göstermediğiniz, gösteremediğiniz hallerinizi açık edersiniz. İsminizin yalın halidir romanda yazdıklarınız. Bu yüzden kendimizden başka kahramanlarla kurgular yaparız. Onların yaptıklarını kendimize yaptıramayacağımızı biliriz zira. Ama o kahramanlar aslında gerçek bizi temsil ederler. Eğer ahlak olmasaydı, toplumu ve dogmayı üzerine giyinmiş bedenlerimiz, ruhlarımız olmasaydı ne yapardık onu yazarız romanlarımızda. Yapmıyorsak dürüst değiliz demektir. Olması gerekendir bu.

Böyle olduğunu bildiğim halde Selim’in babasının güç üzerine yaptığı söylem ve oğlunu bu yönde etkilemeye çalışmasını çok ahlaksızca buldum. Ali Rıza Bey’e göre, ancak güçlü olursan ki gücün tam karşılığı zenginliktir, o zaman ayakların üzerinde dimdik durabilir, hayata meydan okuyabilir, lafını dinletebilirsin. Yoksa, ya boşa yaşarsın ya da adam gibi değil de sürüngen gibi yaşar, ardında silik bir iz bile bırakamadan ölür gidersin. Bu onun için çok kötü bir şeydir ve oğlu da kendi yolundan giderek asla böyle biri olmamalıdır. Doğruluğuna inandığı bu sapa yolda katil bile olmuş bir babanın aynı yöntemle kendi oğlunu da katil olmak üzere eğitiyor olduğunu fark etmemiş olması bence çok ahlak dışıydı. Yetişkin Selim’in dahi engelleyemediği bir şekilde bu doktrinden etkilenmiş olması, karşısına çıkan ilk önemli sorunda, onların birer insan olduğunu hiçe sayarak nedenleri yok etmesi ve hemen akabinde hiç bir şey olmamış gibi yoluna/hayatına devam etmeyi kendine hak görmesi rahatsızlığımı iyice artırdı. En sonunda hapisteyken bile afların bu kadar çok ve sık yaşandığı bir ülkeden mahkum olduğu için yakında kurtulacak olmasına duyduğu ahlaksız inanç ise kanımı dondurdu. Bence bu kadarı fazlaydı. Yazar, kitabın sonunda çok ani ve hiç beklenmedik bir sürprizle ödüllendirdiği okurunu kurguda bıraktığı boşluklarla fazlaca hafife almıştı kanımca.

Hiç yorum yok: