Biri tamamen kaybolmuş ve kendini yok etmeye çalışan, diğeri ise durmadan arayan ama bir türlü bulamayan, ancak yılmayan, iki garip arkadaşın hikayesi. Daha doğrusu, iki çelişkili zihin. Dünya ile aynı hızda dönmeyi başaramamış ve bunun hıncını da diğer insanlardan ve kendilerinden çıkarmaya çalışan iki kayıp ruh. Biri, ucundan bile yakalama umudu olmayan, diğeri ise tamamen kopup gidecekken son anda kendini ‘sevgi’ye tutkallayarak tutunabilen iki adet tutunamayanın hikayesi Kinyas ve Kayra.
Oğuz Atay’ın Selim’i ne kadar sevimli, içten ve bizden görünüyorsa, Kinyas ve Kayra’nın tutunamayanları da o kadar iğrenç, itici ve çirkinler. Zaman içinde tutunamayanlar bile daha bir yozlaşmış diye düşünesi geliyor insanın.
‘Tutunamayanlar’ımızdan daha umutsuz olanı Kayra, yaşamın var olmadığına, gözlerimiz açık geçirdiğimiz zamanda olanların birer sanrı ya da rüya olduğuna inanmış. İnsanlığını yok sayıyor ve bu irrasyonel durumu aslında başka her şeyin de irrasyonel olduğu iddiasıyla doğrulamaya çalışıyor. Mesela, ona göre, sayılar sonsuz olduğu için 1’den sonra 2 asla gelmez, gelemez. Dolayısıyla, doğruluğundan o kadar emin olduğumuz matematik bile kocaman bir yalandır. O zaman, hayat da yalandır, yani yoktur. Öte yandan ölümün varlığına ve hayatı ne kadar uzatırsa sonunun o kadar güzel olacağına da inanır. Ölüm ve bilinmezlik korkusunu bu şekilde örtmekte ve kaçınılmaz sonu elinden geldiğince ötelemeye çalışır. Burada bile kendisiyle çelişmektedir, ancak farkında değildir.
Kayra’ya göre hayat bir rüya olduğu için, orada yapılanlara herhangi bir sebep sonuç ilişkisi de gerekmemektedir. Dolayısıyla her türlü vahşet, yolsuzluk, ahlaksızlık ve katliama onay vardır, zira aslında ‘hiç bir şey yoktur.’. O da elinde kalan tek gerçek şeyi yani düşünme kabiliyetini ve zihnini öldürerek hayatı tamamen bitirmeye karar vermiştir. Hiç bir şey hatırlayamadığı, muhakeme yapamadığı ve hiç bir şey hissedemediği zaman ölmüş olacaktır zihni ve bu onun sonu olacaktır. Yine de gömülmekten korktuğu için bedeni de yok olana kadar ona bakacak birini bulmadan zihnini öldürmeyecektir.
Kitabın sonuna doğru Kinyas, Kayra’nın zihin öldürme teorisine güzel bir açıklama getiriyor; ‘Zihinsel ölüm diye nitelendirdiğimiz, beynimizin çalışmasının sona ermesi sadece bir hayaldi. Anlamları olmayan hayatlara icat edilmiş bir anlam.’ Hakikaten de Kayra’nın yok olduğunu iddia ettiği, var olmayan bir dünyada sadece bir hayal olarak nitelediği hayatına anlam veren tek şeydir zihnini öldürme güdüsü/isteği.
Kayra ile Kinyas kendilerini ya da herhangi başka bir şeyi bulmaktan tamamen umutlarını kesmiş, zihin ölümlerini bekleyecekleri bir yer ve o zamana kadar onlara bakacak birileri aramaktadırlar. Bu arada yollarına çıkan her şeyi ve herkesi yok etmekte ve ona devam etmek için gereken her ne ise her türlü yoldan elde etmeye bakmaktadırlar. Soygunlar, eroin ticareti, hunharca katledilen bedenler, çıkarılıp intikamcısına gönderilen gözler, Kayra tarafından acımasızca dövülen kadınlar bunlara küçük birer örnek teşkil etmektedir. Bu arada, yer kürenin her yerinde ve en çok da dünyanın en dibi olarak tanımladıkları Afrika’dadırlar. Derken bir gün Kinyas’ın aklına 21 yaşındayken kimseye haber vermeden kaçıp gittikleri ülkelerine 8 sene sonra geri dönüp bir göz atmak fikri gelir.
Türkiye ziyareti bu ikili için bir yol ayrımı olacaktır, zira Kinyas orada kaybettiği bir şeyleri yine orada bulacağına dair garip bir önseziyle bir gece Kayra’yı kaldıkları otelde bırakıp Ankara’nın sokaklarına dalar.
Buradan sonra kitap iki bölüme ayrılıyor. ‘Kayra’nın Yolu’ ve ‘Kinyas’ın Yolu’. Kayra’nin Yolu’nda onun yalnız kalmış olmanın da verdiği derin bir umutsuzlukla kendi ölümünün peşine düşüşünü okuruz. Hayatta başarabileceği tek anlamlı şeyi yapmaya kitlenmiştir artık. Onu yolundan çevirebilecek en ufak şeyin ihtimalini bile reddeder. Hatta Kinyas’ın yazdığı ve ona postaladığı anılarını bile okumadan kendi yazdıkları arasına koyar. Bakıcısına da zihin ölümü başladıktan yani o artık nefes alıp veren bir bitki olduktan sonra yazılmış anıların hepsini Hakan Günday’a göndermesini emreder. Kitabın başında zihin ölümlerini hızlandırabilmek amaçlı kafalarını boşaltabilmek adına Kinyas’ın önerisiyle anılarını ve düşüncelerini yazmaya başlamışlardır zira. Meksika’nın bir yerinde tesadüfen karşılaştıkları Türk yazar ise, posta Afrika’nın ücra bir ülkesindenTürkiye’ye yol bulabilirse onları okuyacak tek kişi olacaktır. Bu kişi Hakan Günday olunca da ‘tek’ sıfatı ‘ilk’e dönüşerek hikayeleri bize kadar ulaşacaktır. Ya da yazarımız böyle bir hayal kurmamızı istemiştir.
Kinyas’ın Yolu bölümünde ise onun göz gözü görmez bir karanlıkta kaybetmeye çalıştığı ruhunun ihtiyacı olan tek şeye, yani sevgiye, ailesi sayesinde kavuşmasını ve kurtuluşunu izleriz. Kinyas, aslına, aslında olmak istediğine dönerek hayatına yeni anlamlar kazandırmak suretiyle dünyanın dönüşüne ayak uydurabilecek bir frekansı yakalayacaktır. Anne, baba ve kardeşin karşılık beklemeden ve koşulsuz sundukları sevginin rahminden yeniden doğar Kinyas. O da bu sevgiye karşılık verebildiğinde ise artık kurtulmuştur. Kaybolmuş ve yok olmak isteyen bir yaratıktan, kendisinin eskiden olduğu gibi zor durumda olanlara yardım etmek isteyen medeni bir insan yaratmayı başarır. Lakin, bu kurtuluş hiç kolay olmamıştır. Umutsuzluk amansız bir hastalık gibi tüm varlığını ele geçirmek üzereyken, ‘yarın’ beklentisi, karşı konulamaz cazibesiyle onu ölümün kollarından sıyırıp alır. Aynı mücizeyi Kayra için de dileyen Kinyas bu dönemde yazdığı her şeyi paketleyip eninde sonunda onun eline geçececeğine inandığı bir adrese postalar. Yazdıkları Kayra’nın eline geçer geçmesine, ama onun için artık çok geçtir.
‘Underground’ diye tabir edilen roman biçimini ilk okuyuşumdu. Etkilenmedim desem yalan olur. Sevdim mi bilmiyorum, ancak okumak istediklerim tamamen bitip ‘Şimdi ne okusam acaba?’ diye düşündüğümde aklıma gelecek olan bir tür olduğunu söyleyebilirim. Bunun yanı sıra Kinyas ve Kayra, ilk 200 sayfasında bir ilk kitap olduğunu fazlaca hissettiren bir romandı. Değişik bir tarz niyetine bilerek kurulup kurulmadığından emin olamadığım çarpık cümleler çok fazlaydı ve anlatımın akışını zorluyordu. Mesela; ‘Ama fazlasıyla parçalamak zorunda kalmıştım yüzünü arabada, bu gözleri çıkarmaya çalışırken…’ derken, anlatılmak istenen iğrenç şey okuyanın midesini fazlaca bulandırmasın diye mi böyle bir cümle kurmuş yoksa daha iyisini kuramadığından mı merak ettim. Ya da, ‘İkinci günümde oteldeki, ezberlemiştim giriş konuşmasını, neşeli aptal zencinin…’ derken sevimli olmaya mı çalışıyordu acaba, bilemedim. Neyse ki, sonuna doğru daha akışkan ve yetkin bir yazım diline kavuştu roman. Yazarın kitabın çeşitli yerlerine serpiştirdiği ve dünya görüşünü yansıttığı tespitler ise onu daha okunası kılıyordu ve zaman zaman durup düşündürdüğü için şahsen takdirimi kazandı. Örnek verecek olursam, kişisel tecrübelerimle de tesbit ettiğim bir kavramı anlatış şeklini gösterebilirim:
‘Bir ülkenin vatandaşı başka bir ülkede kendi vatanına daha çok yaklaşır. Türk Almanya’da daha çok Türk’tür. Ve mantısına, dönerine daha çok özen gösterir. Patlıcan dolmasını hiç yapmadığı gibi ülkesiyle arasındaki mesafeyi tabaktan çıkan kokuyla yok etmek istercesine hazırlar. Vatan özlemi, yemeklerin lezzetinde, bulunulan ülkenin insanlarına duyulan nefrette gizlidir. Dağdan gelip bayırdakini kovmak, dağa hasrettendir!’
Bunun gibi bir iki tane daha güzel tespit listelemek isterim zira kitabın en etkileyici yanı, yaşama, ölüme, iyiliğe ve kötülüğe dair yapılmış bu güzel tespitlerdi.
‘İçi ne kadar doldurulursa doldurulsun yine de hafiftir hayat. Çünkü alti deliktir. Delikse ölümdür! Bütün kazançlar bu delikten kayıp gider.” … Kayra.
‘Hiç bir şey hayatın sonu değildir. Hayatın sonu bile hayatın sonu değildir! Çünkü, sen ölürsün, başkaları yaşar!.”… Kinyas
‘Sıradanlıktan geçiyordu kurtuluşumuz. İlk seçimde iktidardaki partiye oy vermeye yemin ettim o an. Yığının içinde olmalıydım. Sıcak tutardı.’ … Kinyas
‘Altı milyarlık bir seks ve şiddet bahçesi. Altı milyarlık bir gaz odası… Gerçekçi olalım!.. İyi bir gösteriyiz bizi seyredene. Onun için ölüp ölüp doğuyoruz. Gösteri devam ettsin diye.’… Kinyas.
Kinyas ve Kayra, kolay okunan, akışı yoğun ve yer yer içi özenle doldurulmuş, emek harcanıp üzerinde kafa yorulmuş bir proje. Hoşuma gitti, ama ne yazık ki, benim tarzım değil. Buna rağmen, harcayacak zamanım olduğunda Hakan Günday’I bir kez daha okuyup gelişimini izlemek isterim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder