Sayfalar

9 Ekim 2011 Pazar

Şarkını Söylediğin Zaman


2011 yılının Ekim ayı kitabıydı Charlotte Türkçe Kitap Klubünde (Meraklisina; https://www.facebook.com/groups/339206104245/ ). Daha önce Ölü Erkek Kuşlar’ı ve Mor’u okunmuş genel bir beğeni ve hayranlık oluşmuştu yazara karşı. Şarkını Söylediğin Zaman’ın daha yayımlanacağı söylentileri sırasında karar vermiştik neredeyse okumaya. Seviyorduk İnci Aral’ı. Klubün bütün aktif üyeleri tarafından paylaşılan ortak bir hevesle bekledi sırasını… Ekim’in gelmesini. Bir önceki ayın kitabı Şairin Romanı olduğu için üç sıfır yenik başlamış olsa da maça yazarına duyulan genel yakınlık büyük avantajdı roman için. Ama bunların hiç biri sonunda uğranılan hayal kırıklığını önleyemedi.



Her ne kadar dingin, kendine güvenli ve tecrübeli bir yalınlığa erişmiş olsa da Ölü Erken Kuşlar , Mor ve Yeni Yalan Zamanlar düzeyinde bir derinliği yakalayamamıştı bu kez yazar. Evet! Biraz fazlaca işlenmiş ve artık eskimiş de olsa konu güzeldi ve kurgu sürprizli. Hızlı ve zevkli bir okuma arayan okuyucuların ihtiyacına hitap edecek her şey vardı. Bize özel o gizemli, hüzünlü ve dikbaşlı 12 Eylül vardı bir kere... Aykırı bir aşk vardı… Kendini fazlaca erken açık etse de ilginç bir sürpriz vardı, o da aşka dair… Umutsuzca ve tükene tükene yaşanmış bir hayatın hikayesi ve hazin sonu vardı… Vardı da vardı… Ama, hiç birinin özü yoktu. İçleri bomboştu. Nereye elimizi atsak uzanıp tutamıyor, ipin ucunu bir türlü sonuna getiremiyorduk.



Karakterler bile derinlikten o kadar yoksundular ki yanlış anlaşılıyorlardı.



Kendimden örnek verecek olursam; Cihan’ın eski sevgilisinin kızına duyduğu aşk, bende onun bir türlü yaşayamadığı umutsuz aşkını tamamlamaya çalışan duygusal ve olgun bir erkek değil de kart bir zampara olduğu izlenimi doğurdu.



Dilerseniz, bu işten hiç anlamayan eski moda biri olarak nitelendirin, ama bu gözlerin gördüğü, bu bakışın anladığı budur, ne yapayım?



Deniz (eski sevgili) ise ne istediğine bir türlü karar veremeyen, sadece bir şeylere karşı durmak için fikir üreten ve sonunda kendi ürettiği fikrin doğruluğuna inanarak sürekli kendini aldatan bir zavallı. Durmaksızın arayan, aradığını bir türlü bulamadığı için de kendini cezalandırır gibi yaşayan kayıp bir ruh Deniz. Öte yandan, bu onun istediği şeklidir hayatın, dolayısıyla amacına ulaşmış bir yaşamdır onunkisi… Yoksa öyle midir? Öyle olsa kendini öldürmek ister mi?.. Bunu bile anlamakta çok zorlanırız, zira güçlü durmaya çalışan, bir şeyler yapmak için çabalayan özelliklerinin yanında onun zavallığıyla da karşılaşırız romanda. Yazar da karar verememiş gibidir Deniz’le ne yapacağına.



Ayşe’de annesinden (Deniz) miras ve ezikliğin tetiklediği bir başkaldırı vardır. Bu onu sevimli ve güncel kılar. Öte yandan Cihan’a duyduğu aşk, pek de aşk gibi gelmez bize nedense. Çocukluğundan hatırladığı ve gelişleriyle hüzünlü hayatını canlandıran uzun boylu siluetle bağdaştırdığı için ‘uzun zamandır beklemekte’ olduğunu iddia ettiği şey derin bir aşktan daha çok otuzuna yaklaşmış ve çok yalnız bir kızın karizmatik yaşlı adamın ilgisi karşısında hissettiği şımarık, ama çaresiz bir sığınma duygusudur sanki. Kendini hiç bir zaman güvende hissedemeyen, kimsesiz Ayşe sonunda sığınacak dingin ve rüzgarsız bir liman bulmuştur. Zira onun annesi gibi kendini fırtınaya kaptıracak daha da önemlisi kendisi fırtınalar yaratmak isteyecek cesareti yoktur. Onun güveni ve cesareti annesinin uzaklığı ve sonrasında da kendisini öldürmesiyle alınmıştır elinden. Bünyesindeki tek cesaret kırıntısı bencilliğinden gelmektedir ve onu da Cihan’a ilan-ı aşk etmek için kullanır. Başka şansı yokmuş ya da adam bir yerlere kaçıvarecekmiş gibi acelecidir bir de. Üç günlük görüşmenin/bakışmanın/etkileşmenin ardından duramaz olur ve kendisi söyler önce aşkını, Cihan’ı anlamadan/dinlemeden/beklemeden.



Deniz niye bu kadar ailesine karşıdır, Cihan Deniz’den aldığı onca sinyale, hatta itirafa ve birlikte yaşanan bir geceye rağmen aşkına sahip çıkmakta niye bu kadar pısırık davranmaktadır bir türlü anlayamayız. Aşkları Cihan’da olduğu ima edilen onca tutkuya ve onun Deniz’de hep hissettirilen karşılığına rağmen niye bir türlü kıvılcımlanmaz bilemeyiz. Bunlardan başka bize uygun v e sakin liman olarak satılmaya çalışılan karizmatik Cihan’ın aşkına mazhar olabilecek kadar sofistike bir karakterken neden ilk ilişkisinde gidip de zengin ve sorunlu bir bağımlıyla aşk yaşadığını da anlayamayız Ayşe’nin. Tamam, günümüz gençliğinin her şeyi hızlı yaşaması ve ilişkilere gerekli özeni göstermeden hep geçici bir gözle yaklaşması vurgulanmak isteniyor belki, ama biz bu tipte bir genç hanımın nasıl Cihan gibi birine aşık olabileceğini ve o aşkın ne kadar derin olabileceğini de sorgularken buluyoruz kendimizi haklı olarak.



Okuduktan sonra akla takılan sorulardan biri de kitabın bel kemiğini oluşturan gizin neden çabucak ortaya çıkarıldığıydı. Her şey o kadar fazla onu işaret ediyordu ki, daha Ayşe küçükken kapıya gelmesi ve onu sevindirmesiyle hatırladığı uzun boylu adamdan bahseder etmez anlayıverdik onun Cihan olduğunu. Orada değilse bile daha ikinci buluşmalarında gözümüze sokulan kredi kartı üzerindeki isimden anlaşılmıştı her şey. Halbuki o sayfalardan sonra hep beklemiştim şahsen. Cihan’ın o gölge olmadığını ima eden bir şeyler aradım ki sonunda tam bir sürpriz yaşayabileyim, ama yok, büyü bozulmuştu bir kez ve ondan sonra da işin tadı iyice kaçmaya başladı zaten.



Romanda bazı şeylerin okuyucuya bırakılması, her şeyin ulu orta söylenmemesi tercih ettiğim güzelliklerdendir. Ama, böylesi bir koyvermişlik ve beni sürekli ‘böyle olduğu için öyle olmalı’ gibi el yordamı sonuçlar çıkarmaya iten yaklaşım ancak derinlikten yoksun olmakla ve anlatımı, gerekli düzeyde tutmak yerine hıza ve/veya pazara, onun isteklerine feda etmekle açıklanabilir.



Bu tür varsayım zorlamalarının en önemlisi klüp toplantısı sırasında konuşulan acaba Ayşe Cihan’ın kızı mıdır sorusuyla ortaya çıktı. Zira romanda ne öyle olduğuna ne de olmadığına dair bir kesinlik vardı. Ayşe’nin Deniz’e ait günlüğü okuduktan sonra Cihan’a göstermeden delilleri yok etmeye çalışır gibi yırtıp atması, Cihan’la yaşanan gece ile Ayşe’nin doğumu arasında geçen zamanın kafa karıştırıcı bir şekilde belirsiz bırakılması, hepsi böyle bir olasılığı doğrular nitelikteydi. Öte yandan ikisi arasında kan bağı olmadığını ima eden ipuçları da yok değildi. Ancak her şey oraya bilerek asılmış bir perdenin arkasında mahsus gizli tutulmuş gibi duruyordu. En sonunda yazarın sırf benzer bir tartışma başlatabilmek için böyle bir oyuna baş vurmuş olabileceği kanaatine vardık ve böylesi bir oyuna getirilmek hiç hoşumuza gitmedi.



Sonuç olarak, benim fikrim, satış/okuyucu/beğeni doğurabilecek her şeye dokunulmuş, ama hiç birine sahip çıkılmamış, yüzeyde kalıp derine inenememiş bir roman olmuş. Bunun İnci Aral’ı kötü bir yazar yapmayacağı kanaatindeyim yine de. Sadece bu da onun yaşayıp atlatmakta olduğu ‘bir dönemdir, geçer’ gözüyle bakmak gerekir diye düşünüyorum.



Klüp toplantısı sonunda arkadaşlara iki soru sordum. İlki, bir kitap sadece daha önce güzel kitaplar yazmış olan biri yazdı diye o kitapların yüzü suyu hürmetine okunup yüksek payeler almalı mıdır?.. Buna cevabımız, yazara beslenen hayranlığın onu bir kez daha okumaya yönlendirebileceği yönündeydi. Yüksek payeler kısmını tartışmaya vaktimiz olmadı.



Bir diğer soru ise; Taş ve Ten’den sonra bir tane daha aynı tür kitap çıkarmış, bir kez daha hayal kırıklığına uğratmış yazara tekrar güvenip başka bir Ölü Erkek Kuşlar bulma ihtimali adına ona yine şans verilmeli midir? Yoksa o artık sizin için bitmiş midir? idi.Bu soruya cevabımız ise hep bir ağızdan ‘bitmiştir’ oldu. Aramızda İnci Aral’a yeniden şans vermek isteyenler olacaktır. Bunlardan biri ben de olabilirim. Ancak onun yazdığı kitabın bir kez daha klüp okumaları arasına giremeyeceği kesin gibi görünüyor.

2 yorum:

Fatos dedi ki...

Enfes bir yorum! Her bakimdan doyurucu! Ben de kitap hakkinda asagi yukari boyle dusundugumden olacak bu yorumu birkac kez okudum. Ve su cumlenin son derece guzel ozetleyecegini dusunerek kesip yapistirdim :"Sonuç olarak, benim fikrim, satış/okuyucu/beğeni doğurabilecek her şeye dokunulmuş, ama hiç birine sahip çıkılmamış, yüzeyde kalıp derine inenememiş bir roman olmuş."
Bu cok etrafli yorum icin tesekkur ederim.

Gozlerdenirak dedi ki...

Aman efendim, ne demek, yazici yazar da okuyana bakmak lazim hosuna gitmis mi diye... :) Bu guzel yorum icin tesekkur ederim.

Aslinda uzucu tabii. Sirf Inci Aral'dir diye okuduk, uzerinde kafa patlattik, sayfa sayfa yorumlar yazdik, simdi dusunuyorum acaba deger miydi?.. Ilgi bekleyen onca becerikli yazarimiz varken, onlara da sira gelsin de okunsunlar diye beklerken bizim buralarda dolanmamiz (vakit kaybetmemiz) haktan reva midir? Artik eskisi gibi uretemeyen yazarlarimiza ya 'emekli olun madem' ya da 'gercekten ilham gelene kadar bekleyin anacim.' demek istiyorum...