Sayfalar

25 Şubat 2011 Cuma

Ozgurlugumden Biyiklarim Meshul...

Ne denizden ince ince esen rüzgar, ne gece boyunca uyumamış olmasıydı asıl neden; yürürken onu sendeleten şeyin, bir tür hafiflik, bir tür baş dönmesi olduğunu sonra anladı. Temiz havadan dönüyordu başı. Tabii ya, denizden esen rüzgara karşı şöyle salına salına yürümeyeli ne kadar olmuştu? Yoksa hiç olmamış mıydı?.. O kadar uzun zaman olmuştu ki, hiçlik kadar önceydi sanki. Derin bir nefes çekti içine, ciğerlerinin yandığını duydu. Bu acı bile iyi geldi. Dışarıdaki dünyanın varlığı ne zamandır içinde uyuyup duran yaşama sevincine sıkı bir çimdik atmıştı sanki. ‘Kendine gel’ diyordu temiz havayla yenilenen teni, hayatın capcanlı bir kanıtı gibiydi havadaki tuzla hafifçe kırçıllanmış tüyleri. Öyle zevklendi ki, bıyıkları titredi inceden.


Çok iyi gelmişti bu küçük kaçamak. Daha sık yapmalıyım diye düşündü ama bundan sonrası biraz zordu. Çocuk çok istedi diye eve bir köpek almışlardı. Kocaman bir Alman kurduydu Kont. Onunla ilgileneceğim diye başka kimseye vakit ayırmazdı artık çocuk. Aman iyi işte varlığımı unuturlar belki diye hafif bir omuz silkti içinde büyüyen kıskançlığa inat. O zaman çıkabilirdi dışarıya şimdiki gibi, yine de herşeye rağmen küçük bir ihtimaldi bu. Çocuk hemen farkederdi yokluğunu. Sanki bu çok kötü bir şeymiş gibi sıkıntıyla iç geçirdi. Oysaki yaşlı ama küçücük yüreğinin ta içinden diliyordu farkedilmeyi, aranmayı ve tabii ki, özlenmeyi. Ya farketmezlerse yokluğunu. Bunu düşünmek bile korkuyla ürpermesine sebep oldu. İki kulağının arasına birdenbire çöken karanlığı da esen rüzgara katıp bir o kadar uzağına göndermek ister gibi baktı erişilmez ufka.

Hep şu Kont denen yaratık yüzünden. Hiç sevememişti köpekleri ezelden. İnsanların sadakat olarak nitelendirdiği yalakalıklarını hiç bir zaman samimi bulmamıştı. Köpekler köle ruhlu yaratıklardı. Bu yüzden hemen alışabiliyorlardı ev ortamına. En irisi, en vahşisi bile bir süre sonra süt dökmüş de yakalanmış hemcinsleri gibi uysallaşıyor, kuyrukları sürekli arka bacaklarının arasında, bir hata yaparım da cezalandırılırım korkusuyla dolu yürekleri sürekli ağızlarında, her koşula çabucak boyun eğiyorlardı. İnsanlar da aman ne güzel, ne uslu şey diye daha bir seviyorlardı öylesini. Samimi olmaktı onun için sahici olan, korka korka ve zorla var edilen sevgi ise çok yalancıydı. İnsanlar ne kadar açtı sevginin her türüne. Ne kolay kanıyorlardı istenmeden verilen her şeye.

O sırada yanından geçmekte olduğu kocaman çöp tenekesine pervasızca dayanmış biri griler içinde diğeri yeşilli iki sokak serserisine takıldı gözü. Pistiler, gözleri çipil çipildi, midelerindeki açlık gözlerine bulaşmış, sadece yemeğe değil ulaşılamayan her şeye yönelmişti. Yine de garip bir çekicilikleri vardı. İki tane sokak serserisini çekici bulduğuna inanamadı önce. Evet, o da sokaktan gelmişti ama bunca emek, bunca eğitim boşuna mıydı?.. Atalarından miras, inatçı bir gen gibi işlemişti belki serserilik onun da içine. Kim bilir?.. Sosyalleşmek adına kendi gerçeğini bilincin altına süpürmüş, ortalığı temiz tutmaya çalışan ama özünde pis bir serseriydi belki o da.

Yeşilli çok acaip bakıyordu. Gözleriyle soymuş, çırılçıplak bırakmıştı onu. Bütün tüylerinin havaya kalktığını hissetti. Bu kadar etkilendiği için hem kendine kızıyor hem de oynanan bu garip oyunda kaptığı küçük rolden tarifsiz bir haz alıyordu. Bütün cinselliği uyanmış, hemen oracıkta, o dakikada kendini şu yeşilli olanıyla yerlere atmak, aklı başından tamamen gidip salaklaşıncaya kadar sevişmek istemişti. Nasıl böyle ani ve geçici hisler duyabilirdi?.. Çok, ama çok fena ayıpladı kendini. Hep bu temiz hava yüzündendi. Yoksa en iyi şekilde yetiştirilmiş, geçkince ama gün gibi bakire, masum bir ev kızının aklından geçer miydi hiç böyle şeyler?..

Ne söylese, ne yapsa söz geçiremiyordu yine de içgüdülerine. Yeşilli serseri, arzudan iyice camlaşmış gözlerini onunkilere dikmiş, şehvetin acımasız ama istekli kementleriyle olduğu yere sıkıca bağlamıştı onu. Kıpırdayamıyor, gözünü ondan alamıyordu. Gözünü bırak, nefes bile alamıyordu. ‘Hayatın sonu’ diye düşündü. ‘Şimdi ölüyorum işte.’ Artık geriye ne ilaç için bir yudum gurur ne de yılların emeğine hürmet için, ayıp olmasın diye tadımlık bir asalet kalmıştı. Yeşilli serseri ince ama kaslı bedenini, sürekli oturmaktan iyice genişlemiş kalçalarına dayadığında doğanın kendi isteği dışında oraya yerleştirdiği karşı konulmaz bir dürtüyle bütün hücrelerinde istedi onu. Tıpkı biraz önce hayal ettiği gibi yerlerde yuvarlanmaya başladılar. Son kez hızlıca etrafına göz gezdirip, bir gören, izleyen var mı diye kontrol etti ama çok kısa bir süre sonra tüm gücüyle üzerine abanmış gövdenin ağırlığından başka bir gerçek hissedemeyecek kadar yokolmuştu.

Senelerce evde ailesiyle oturmuş, gün ışığını bile evin pencerelerinden girebildiği kadarıyla almıştı. Temiz havanın ise ancak balkona çıktığı zamanlarda, oturdukları blokların tepesine açılan küçük kareden görünen ve hava durumuna göre ton değiştiren o mavi parça olduğunu düşünen birisi için bu yaptığı çok anlamsız bir şeydi. Ya da belki anlamlıydı ve de tam zamanıydı, kim bilebilir?.. Zamanı belirlemek ve anlamsızlığa izin vermek ‘yaşanan an’ın işi değil miydi. Onun için ‘şimdi’, tam zamanıydı ve o an hissedilen her neyse, yapılmalıydı. Yıllardır evlerin ya da arabaların içinde, kapalı ortamlarda bırakılmış, olabileceğinden farklı bir şeyler yapılmaya çalışılmış birisi, birdenbire ele geçirilen sürpriz özgürlüğün şokuyla ancak ışığın erişebileceği bir hızda özüne dönebiliyordu demek.

İşleri bittikten sonra yeşilli serserinin ağzına yerleşen yılışık gülüş de, içinde ona karşı hissettiği mide bulandırıcı pişmanlık da, hepsi özgürlüğün bedeliydi. Ama değmişti. Sevişmeden önce midesinin üzerinde hissettiği o çiğ isteği bir kez daha duyabilmek için herşeye değerdi. Daha önce hayatı böylesine kuvvetli bir şekilde içinde hissettiğini hatırlamıyordu hiç. Öldükten sonra gömüldüğü ve yıllardır kendine mekan edindiği mezardan çıkmış hayata geri gelmişti. Biraz önce isteğinden onu yeniden doğuran yeşilli serseriye sırtını dönüp bir hoşçakal bile demeden ivedi adımlarla uzaklaştı oradan. Hayat bekliyordu onu, hem de çok uzun bir zamandır, daha fazla bekletmesi yakışık almazdı. Eski hayatı denizin üzerinde pembeleşmeye başlayan ufuk kadar uzaktı şimdi ona. Geri dönemezdi. Bir kere farkettikten sonra, aslını yok sayamazdı artık. Bundan böyle iyisiyle kötüsüyle ama hep kendisiyle yaşayacaktı. O da gerçek bir sokak serserisiydi şimdi. Taze edinilmiş bilginin bedenine verdiği yaşamsal dürtüyle kalçalarının salınımı bile değişmişti.

Akşam olup da karanlığın suç ortağı kötü huylu insanlar sokaklara hakim olunca verdiği kararın doğruluğunu düşündü bir an. Ama, hayır… Bu da ödenmesi gereken bedellerdendi. Ya özgür olmalıydı biri, ya da tutsak. İyiliğin dozunu artırarak kötülüğün etkisini azaltamadığımız gibi, özgürlüğü de tutsaklığımızın seviyesini azaltarak elde edemiyorduk. Tam başını omuzları üzerinde daha bir dikleştirmiş, daha güçlü adımlar atmaya başlamıştı ki, böğrüne yediği bir tekmeyle geriye uçtu, sırtının üstüne düştü.

“Pisst kedi. Git başka yere dök bitlerini.”

Göğsündeki acıyı yarın sabah sahilde içine çekeceği temiz havanın vereceği acının hayaliyle yer değiştirip çabucak iyileştirdi. Olduğu yerde hemen ayaklanıp sırtını kamburlaştırdı. Bütün tüyleri ayaklanmış, gözleri alazlanmış, dövüş pozisyonu almıştı. Nereden çıkıp geldiği konusunda insana korkunç fikirler veren ve bu dünyadan olmayan garip bir tıslamayla bütün dişlerini gösterdi düşmanına. Tam bir meydan okumaydı bu karşısındakine. Adam ürktü, çünkü korkusunun tusağıydı. Kedi ise öğreniyordu, alabildiğine özgür

Hiç yorum yok: