Sayfalar

24 Ekim 2011 Pazartesi

Ey Çaresizlik!.. Adını ‘acıyı paylaşmak’ koymuşlar…

Paylaşılabilir bir acı olsa bari… Böylesi nasıldır, insanı nasıl böler ortadan ikiye, sonra dörde, beşe, onyediye ve yok eder sonra, hala hayattaysan bile. Bilinebilir mi… Anlaşılabilir mi ki, paylaşılabilsin.

1999’un bir Ağustos günü sabaha karşı üç sıralarında yataktan düşerek uyandığımda anlamıştım ilk, doğal ve kontrol edilemez şiddetin nasıl bir şey olduğunu. O zamana kadar etrafında dönüp durmakta olduğum kendi eksenimin ne büyük bir yalan olduğunu ta köklerimden tutup sarsalayarak anlatmıştı bana yerküre. Asıl eksenimiz dünyaydı oysa… Merkezimiz… O sallanınca yıkılıp yok oluyorduk. Durunca ki, aslında hiç durmuyordu, biz yalana dönüyorduk. Unutuyorduk onu ve ne kadar ölümlü olduğumuzu. Gerçeğimiz oydu aslında… Doğamız… Asl olan… Hayatsa bir kaç uzun saniyeden ibaretti, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen. Hayat, sürekli sağa sola çalkalandığı için kirişleri arasındaki aralıktan bir türlü geçemediğim o kapının ardındaydı. Ya da, günler sonra yaşanan artçı sarsıntıda oyuncak bir hacıyatmaz gibi öne arkaya sallanan elli katlı gökdelenin yirmi dördüncü katında sıkışıp kalmaktı aslında. Oradan geriye kalanı yaşıyor gibi yapmak değil. Hayat, daha birinci sınıftaki ilk gününde artçıya yakalanan oğlumdan haber alamadığım ve bir türlü geçmek bilmeyen o bir saate sıkıştırıp tuttugum nefesimdi. Sonra, çok sonra, verebildiğimde, geriye kocaman bir yumruk bırakmıştı, sevinmek yerine.

Şimdi sen tutuyorsun nefesini ardına kalan yumruğu yutamayacağını bilerek. Van civarındasın bu sıralar. Ya içinde ya da uzak bir köyünde. Perişansın biliyorum. Hiç bir şey kalmamış sana… geriye. Yürek almaz bir acı ve yalnızlıktan başka. Hayat, eğer gerçekte ne olduğunu gösterecek kadar nefes bırakmışsa sana, bunun için şükredemiyorsun bile. Çünkü, acı paylaşılamayacak kadar büyük ve sen bunu bilecek kadar yalnızsın. O yumruk, nefesinin yerine, bugün oluştuğu yerde duracak hep. Çaresizsin… Ben de öyle. Bir tek bunu paylaşabiliriz belki; çaresizliğimizi. Yine de umut etmek lazım, zira çare diye bir şey varsa eğer, yaprağına çiğ düşmüş o incir çekirdeğinin içinde. Ayakta son bir incir ağacı kalıncaya kadar umut etmeye devam edeceksin. Boğazındaki yumruk kadar acımasız bir gerçek bu. Kim bilir, daha kimler çıkacak o enkazın altından. Hayat ölümü doğururken öldü zannediyordun sen, ama o uyanıp kendi evladını boğacak. İncir yeniden filize duracak. Görürsün bak!

Öte yandan, kardeşinin nerede olduğunu, niye onun yanında olmadığını soranlara ‘polise, askere taş atarken düşünseydi’ ya da ‘Kürtlerin depreminden bana ne’ diye cevap veren Kabil, sen içindeki bu nefretle lanetlendin. Habil seni affetse bile vicdan affetmeyecek. Durmadan yeryüzünde dolanıp duracaksın, ama kendine uygun bir barınak bulamayacaksın. Nefretin hiç bir yere sığmayacak ve seni her güzel şeyin dışında bırakacak. Bu kadar yoksun ve umarsız olmasaydın, sana acıyabilirdim.

Ama sen boşver şimdi bunları. Battaniyene sıkı sarıl. Sakın üşütüp hasta olma. Boğazındaki yumruk güç olsun, yoldaş olsun sana. O battaniyeleri sana getirenlerin geldiği yerde binlercesi daha var. Koca bir dağ gibi üzerine çöken 7.2 bile geçiremediyse bu nefreti, incir çekirdeğindeki umut var. Karı toplayıp yağdırdığı gibi, eritip toprağını besleyen koca bir güneş var. Ve o, dünyadaki bütün nefretlere rağmen her sabah yeniden doğar. Ey çaresizliğim!.. Senin önünde de oradakinden sıcak olsa bile, Van’daki kadar uykusuz bir gece var.

Hiç yorum yok: