Sayfalar

25 Şubat 2011 Cuma

Cindy ile Bay Robinson - Hikaye I

Hızlı yemek servisi yapılan ve oturma yeri olmayan lokantalardan biri burası. Lokanta da denmiyor aslında onlara. FastFood Restaurant’ın bir Türkçe karşılığı var mı bilmediğimden ona ne isim vereceğimi de bilemedim. Pencere kenarına koydukları sandalyelerden birine oturup yemeğin hazırlanmasını bekliyorsunuz ya da daha önceden telefonla verdiğiniz siparişi alıp hemen çıkıyorsunuz. Tek tip yemek yapıyorlar, ama içindeki karışımı ya da üzerine koyduklarını birkaç seçeneğin arasından siz belirleyebiliyorsunuz. Adından da belli olduğu üzere, oldukça hızlılar. Bir müşteri siparişinin hazırlanması en fazla kırk beş dakika sürüyor. Bulunduğunuz yere servis istediyseniz, onları yerine ulaştırmak için hazırda bekleyen bir iki tane de motorize elemanları var. Öyle bir yer işte. ...

Gelenlerin bazıları sıkça buradan yiyor. Bunlar devamlı müşteri ve çalışanlarla kısa, ama samimi sohbetler yapacak kadar tanıyorlar onları. Bazıları ise ya geçerken uğramış ya da kırk yılda bir canı bu tür yemek istemiş yabancılar. Bunların suratları birinci gruba kıyasla daha asık ve çalışanlar bu tür siparişleri daha ciddi bir hızla hazırlıyorlar sanki. Hatta daha çabuk oldukları bile söylenebilir. Bilerek ve isteyerek müşteri ayırımı yapmıyorlar, ama yabancıyı bir an önce başlarından savmak mı yoksa yeniden gelmesini sağlamak mı olduğu belli olmayan bir sebeple onlara daha özenliler. Konumuz ve kahramanımız bu ikinci gruba mensup bir yabancı; Bay Robinson. Saat gece yarısına epey yaklaşmış. Haftanın üç günü bu saatte çalışarak yaşamaya ve bu şehirde başladığı üniversiteyi olabildiğince hızla bitirip adam gibi bir işe girmeyi hayal eden bir de kasa elemanı var; Cindy. Bay Robinson ve Cindy’ye farklı farklı kişilikler giydirip onları bir değil birden fazla kez kahraman yapacağız hikayelerimizde. Ne geçmişlerini biliyoruz, ne de geleceklerine ait varsayımlar yapacağız. O lokantada, bu iki kişi tarafından yaşanan kısacık anlar paylaşacağız ve her birinden bir hikaye yaratacağız. Sadece o kısacık zaman diliminde bu iki kişinin akıllarından geçene, korku ve endişelerine, sevinç ve üzüntülerine, bir de varsa eğer, heyecanlarına daracık bir aralıktan göz atacağız. Bakalım neler olacak…




Hikaye 1 –

Bir hışımla girdi adam dükkandan içeriye.

‘Eyvah!’ diye düşündü Cindy, ‘Bununla işimiz var.’

“Buyurun nasıl yardımcı olabilirim?” içinden geçenlerin aksine çok cana yakın olduğunu ima eden bir gülümseme yapıştırıyor yüzüne.

“Olamazsınız.” Diyor adam, aklından ne geçiyorsa artık. Bozuldu bu cevaba Cindy, ama belli etmedi.

“Ne istemiştiniz.” Bu sefer, onun da suratı yerle birdi neredeyse. Ne yani? Tek amacı, üniversite için geldiği bu şehirden bir an önce işini bitirip pılını pırtısını da alarak çekip gitmekken sadece kaldığı evin kırasını ödeyebilmek için çalıştığı bu yerde, bir de kendini çok akıllı zanndeden kaba adamların ukala sohbetlerini çekmek zorunda değildi. Kibar davranmayacaktı işte bu adama. Halbuki, zorla da olsa ilk adımı atmıştı ona doğru. Bu gecenin aksi müdürü bile üzerine düşeni yapmadığını iddia edemezdi. Tamam, müşteri veli nimetimizdi, ama onlar için ruhumuzu Lucifer’e satacak da değildik herhalde, değil mi?

Adam da yaptığı kabalığın farkındaydı, ama pizzacıdaki kasiyer kızdan da özür dileyecek hali yoktu. Oysa, bu kadar vurdumduymaz değildir o. ‘Aman canım, neyse ne. Hayatta böyle ters adamlar da var işte, bir an önce onlara alışsan iyi olur küçük kız.’ Diye geçiriyor içinden. ‘Belki bir gün tüm aptal kızlar gibi farkında olmadan böyle birine aşık olacaksın ve kim bilir? Belki, onunla evleneceksin bile.’ Yine de siparişini verirken deminkinden biraz daha uyarılmış bir ilgiyle inceliyor kızı. Yirmisinde falan olmalı, belki daha bile genç. Çok masum, küçücük bir burnu var. Güzel sayılmaz, ama sıradan da değil. Artık sonuna yaklaşan bu kötü günü ucundan kurtarabilmek için ona iyi davranmaya karar veriyor Bay Robinson. Sesini elinden geldiğince arkadaşça bir tona ayarlayıp soruyor.

“Bir adın var mı senin?”

‘Allah’ım yardım et.’ Diye yalvarıyor içinden kız. Soruya mı yoksa soruluş biçimine mi kızacağını şaşırmış durumda. Her halinden belli olan kızgınlığı sesine de yansıyıp adamı çileden çıkarmasın ve işine mal olmasın diye sol elinin işaret parmağıyla yakasına iliştirilmiş isim tokasını gösteriyor.

“Cindy senin gerçek ismin mi bakalım, nereden bileceğiz?”

Aslında kötü birine de benzemiyor ama, niye böyle ters bu adam diye merak etmeden duramuyor Cindy. Sevgilisiyle kavga mı edip geldi acaba? Belki de bu saate kadar çalışıp yaptığı bütün işi yanlış bir tuş darbesiyle çöpe göndermiştir. İyi bir aileden iyi terbiye almış genç insanlara özgü bir masumiyetle diğerleri hakkında kötü düşünmemeye şartlanmış Cindy. Yine de adama olan kızgınlığı ve günün sonuna doğru kendini iyice belli eden yorgunluğu galebe çalıyor. Ne olursa olsun ödün vermeyecek.

“Bilmeyecekseniz. Duyduklarınız ve gördüklerinizle yetineceksiniz.”

Hiç düşünmeden adama fırlattığı ve tahrip gücünü kestiremediği bu ağır sözlerden onları kendi kulaklarıyla duyar duymaz pişman oluyor, ama artık çok geç. Ya iyice kızıp müdüre şikayet edecek ya da kendini bilmez bir kasiyer parçası olduğumdan başlayarak beni aşağılayacak diye beklerken adamdan duyduğu “Haklısın.” Onu hiç tahmin etmediği kadar şaşırtıyor. Çark etmenin tam zamanı.

“Kusura bakmayın. Kötü bir gündü.” Diye özür dilemeye girişiyor hemen. Adamın yüzü iyice düştü. Biraz önceki kızgınlığı hala hatırlıyor olmasa, neredeyse acıyacak ona Cindy.

“Senin için de mi?” diye sorarak onu şaşırtmaya devem ediyor adam.

“Eh! Ayın 13. günü tabii, bir de adı Cuma olunca…” diye şakaya vurmaya karar veriyor sonunda.

“Öyle.” Bunu hiç düşünmemişti, ama kızın kıvrak zekasına ve müşteriyi memnun etme çabasına hayranlık duyarak ona hak verdi Bay Robinson. Aklında evde yalnız bırakıp çıktığı çocuk vardı yine. Birazcık hava almak istemişti ve günlerdir tıkılı kaldığı evden biraz uzaklaşmak aslında. Pizza, zararsız bir bahaneydi sadece. Çocuk da çok sever, ama asıl amacı uzak olmak onun. Yorgunluk eline iki kocaman taş almış omuzlarından iyice bastırmaya başlamıştı artık. Adamın arkasını dönüp aniden küçülerek, sandalyelerden birine yığılmak üzere gidişini izliyor Cindy. Ne olduğunu merak ediyor yine, ama soracak kadar cesareti yok. ‘Herkesin bir derdi, tasası var. Kim bilir bununki ne?’ diye düşünüyor kendininkileri bir anlığına unutarak.

Karısı tarafından uzun süredir aldatıldığını öğrendiğinde bir kez yıkılmıştı Bay Robinson ve daha fazla batabileceği hiç aklına gelmemişti o zaman. Mahkeme, kadının vefasızlığını göz önüne alarak çocuğu ona verdiğinde biraz kendine gelir gibi olmuştu. Hayat güzelleşebilir, bundan sonra ona da gülmeye başlayabilirdi talih. Umut iyice yaklaşmış, çaldı çalacaktı kapısını. O talihsiz hatayı yapmamış olsaydı… Hata bile değildi aslında. Nereden bilebilirdi adamın düzenbaz olduğunu. Oysa o Bay Robinson’un şirket hesabından yaptığı bütün yatırımları da alıp kayıplara karışmıştı işte. Hatırladıkça aptallığına yanıyor, hıncını tepesinde tek tük kalmış bir iki tel saçtan çıkarmak ister gibi çekiştiriyordu onları.

İşsiz kaldığını saklamıştı eski karısından. Birikimleri onu epey idare eder ve yeni bir işe girdiğinde de eski hayatına kaldığı yerden devam ederdi nasılsa. Tam da gelecek zamanı bulmuştu ekonomik kriz. Paralar bitince her şey ortaya çıkacaktı ve bir türlü kendine uygun bir iş bulamıyordu Bay Robinson. Sonra, çocuk hastalandı. En kötüsü de buydu işte. Hastaneye ve doktorlara verecek para bitince çocuğun annesine gitmek zorunda kalmak bile daha az üzmüştü onu. Bay Robinson’u aldattığı adam bir süre sonra çekip gidince hayatın okkalı tokadını yiyen kadının düştüğü yerden artık kalkamayacağını zannetmişti oysa. Halbuki o, kısa sürede silkinip uyanmış, küllerinden yeniden doğmuştu adeta. Üç aya kalmadan bir öncekinden çok daha iyi birini bulup evlenmişti bile. Kadın oldukça rahat bir hayat yaşıyor, kocaman bir evde oturuyordu şimdi. Adalet miydi peki bu? Yoksa ilahi adalet sadece ona ihtiyaç duymayan, tuzu kuru adamların ortaya attığı bir uydurmaca mıydı? Onun düşkünlüğünü gören kadın vakit kaybetmeden yaralı aslan postuna bürünmüş, Bay Robinson’dan geriye kalan yıkıntıların üstüne basarak çocuğun velayetini almıştı.

Mutfaktan Bay Robinson’un siparişinin hazır olduğu haberini aldığında, yarın akşam gideceği yemeğe ne giyeceğini düşünüyordu Cindy. Öyle iyi bir zamanlamayla gelmişti ki davet, hocasının aklından geçenleri okuyabildiğini düşünecekti neredeyse. Karizmatik adamın dersine ilk girdiğinden beri etkisindeydi aslında, ama onunla hiç ilgilenmiyormuş gibi davranmayı da başarmıştı nasılsa. Sonunda hayalleri gerçek olmuş, adam başbaşa bir akşam yemeği için evine çağırmıştı onu. Kendinden büyük sınıflardaki bir iki kız arkadaş hocanın kart bir zampara olduğunu söylüyordu, ama Cindy sadece onların kıskançlıktan yemyeşil olmuş gözlerini ve özentiden büzüşmüş ağızlarını görüyordu. Ayakları yere basmıyordu genç kızın. Şu Bay Robinson denen adam gelip sinirlerini zıplatmasaydı sevinçten yerinde duramayan Cindy’in en güzel günü bile olabilirdi bugün. Her şeye rağmen umursamamazlık edemiyor, her an sandalyesinden düşecekmiş gibi bitkin oturan adamın halini gördükçe kendi sevincini bile unutuyordu. Birden aklına dahiyane bir fikir geldi. Onunla paylaşacaktı. İnsanlar başkalarının dertleriyle kendininkileri unutmak eğilimindeydiler ne olsa. Çabucak gidip mutfak girişinde onu bekleyen siparişi aldı. Bankonun ardında elindekileri paketlerken sanki eski bir sohbet sürüyormuş, o da kaldığı yerden devam ediyormuş gibi gayet doğal ve biraz da dalgın dalgın sordu.

“Sizce sarı mı yoksa kırmızı mı?”

Bay Robinson içine düştüğü uzun ve dipsiz kuyudan çıkmak istiyormuş da zorlanıyormuş gibi acı içinde baktı ona. Anlamadı önce.

“Ne?”

“Sarı mı giyeyim, yoksa kırmızı mı diyorum.”

“Bilmem.” Diyebildi Bay Robinson, hala ne sorulduğunu, neye cevap verdiğini bilemiyordu.

“Yarın akşam çok önemli bir yemeğe gideceğim de, sarı mı yoksa kırmızı mı bana daha yakışır bilemedim. Kırmızı giysem çok mu davetkar olur acaba?”

Kızın bu basit, ama samimi kaygusu, bir de ona fikrini sorması hem içini acıtmış hem de biraz gururlandırmıştı Bay Robinson’u.

“Sevgilin mi?” diye sordu önce. Durumun hassasiyetini anlamaya çalışıyordu. Bir anda dünya onun etrafında dönmekten vazgeçmiş, kızın ve onun dertlerinin eksenine çark etmişti.

“Keşke.” Diye derin bir iç geçirdi Cindy. “Aslında yaşça çok büyük benden. Bu davetin de öylesine yapıldığını düşünüyorum, ama umutlanıyorum işte.” Kaygusuzca omuzlarını silkmeye çalıştı, ama o kadar gergindi ki beceremedi. Ona acıdı Bay Robinson.

“Aman dikkat et.” Dedi. Damarlarına kadar işlemiş babalık öngörüsü son derece emniyetli durumlarda bile gençler için kaygulanmaya ayarlamıştı onu. “Bu dünya senin gibiler için fazla kötü.”

Şaşırdı Cindy. Ondan elbise rengi için bir fikir beklerken hayat dersi almayı ummamıştı. Kendini garip bir güven duygusu içinde bu adama yakın hissetti. Birbirlerini bir daha hiç görmeyeceklerinden emin olan yabancıların anlık paylaştıkları o geçici, ama sağlam koruma güdüsü onlar fark etmeden etkisine almıştı ikisini de.

“Haklısınız belki, ama kötülüğü görmeden iyiyi öğrenemiyor insan.”

Bu yaşından büyük konuşan akıllı kıza daha çok yardım edebilmeyi diledi Bay Robinson, ama elinden ne gelirdi ki. Yarın yaşanacaklardan garip ve sahipsiz bir iç güdünün etkisiyle korkuyordu Cindy adına. Bu sırada paketi hazırlanmış, onun da parasını ödeyip gitme vakti gelmişti bile. Son bir kez daha denemek istedi.

“Nereden tanıyorsun sen bu adamı, yeterince güveniyor musun?”

Bay Robinson’un gider ayak hala onun için endişeleniyor olması etkilemişti Cindy’i. Bu sohbeti başlatırken asıl amacı, onu dertlerinden bir anlığına uzaklaştırmak olduğu halde, şimdi Bay Robinson’dan tavsiye alır durumda olmayı garipsiyordu, ama bu uzak şehirde, hele de bir yabancının uzattığı yardım elini geri çevirecek değildi.

“Hocalarımdan biri ve çok karizmatik. Okuldaki bütün kızlar peşinde ve ondan bir davet almak çok gurur verici tabii. Ama, güveniyor muyum bilmiyorum.”

Genç kızın aşık ve dalgın gözlerini devirerek söylediği kelimeler arasından sadece ‘hoca’ ve ‘karizmatik’ olanları alıp çabucak kafasında işledi. Çok sağlam olmasa da hızlı bir sonuca vardı ve aniden sordu Bay Robinson;

“Adı ne bu hocanın?”

Cindy hala biraz önce girdiği dalgınlığın içinden çıkamamıştı. Neye cevap verdiğinin bile farkında olmadan;

“Davis.” Dedi. “Mark Davis.”

“Bu dünya çok garip.” Dedi Bay Robinson. Buraya ne için gelmişti, eve gidince neler olacaktı biliyordu, ama bu kızcağız hiç bir şeyin farkında değildi henüz. Belki de buraya gelişinin tek amacı ona gösterebileceği, söyleyeceği bir şeyler olmasıydı. Kim bilebilirdi ki.

“Biliyor musun.” Dedi. “Yarın eski karım oğlumu benden almaya geliyor. Çok hasta ve ben onu bundan sonra sadece hafta sonları, bir kaç saat görebileceğim.” Cindy adamın ilk baştaki ters hallerinin ne kadar haklı bir sebebi olduğunu anladı ve kendinden utandı.

“Kaç yıldır ayrıyız annesiyle, ama evliliğimizi yıkarak uğruna çocuğunu bırakıp gittiği adamın adını hiç unutmadım ve unutmayacağım da. O da karizmatik bir üniversite hocasıydı ve ne acıdır ki, seninkiyle aynı ismi taşıyordu.”

Elindeki siparişiyle arkasını dönüp dükkandan çıkan adam, ağzı bir karış açık kalakalan genç kızın içinde uyandırdığı minnet duygusundan habersizdi.

Hiç yorum yok: