Sayfalar

25 Şubat 2011 Cuma

Bir oyku calismasi...

Bu bir oyku calismasiydi. Bazi bildik yazarlarin daha once yayimlanan cumlelerinden secip oyle baslatiyor ve kendimizce yepyeni bir oyku yaratiyorduk. Bu yazinin ilk paragrafi da Elif Safak'in yazilarindan birinden alinir ve sonrasinda bir aleme binilip gidilen o yere dogru ilerler...

İkisi de evliler. İkisi de çoluk çocuk sahibi. İkisinin de önem verdikleri bir kariyeri var. Alanları hayli farklı. Biri dişçi, diğeri bankacı. İkisinin de amaçları, hırsları, hayalleri ve yüreklerinin mahzeninde titrek alevli bir mum gibi yanan saklı sırları var.




Bundan eminim, çünkü çok uzun zamandır tanıyorum onları. Saklamaya çalıştıkları ve başardıklarını zannettikleri o sırları bile biliyorum, ama artık benim de sırlarım onlar, dolayısıyla emniyetteler.

Kaşlarının kalkışından, konuşurken kullandıkları kelimelere, seslerinin tonuna varana kadar öyle çok ipucu biriktirmişim ki senelerdir, ben bile şaşırıyorum bazen. Mesela, Esra’nın nutku tutulur ve parmaklarının etini yolmaya başlar korktuğu zaman. Ebru’nunsa çenesi düşer, susturabilene aşkolsun. Bir iki tatlı bakış ve yakarışla her istediğinizi yaptırabilirsiniz ona. Onu ne kadar kızdırmış olursanız olun, Ebru’yu sakinleştirmek ve size inanmasını sağlamak kolaydır. Oysa Esra nuh dedi mi, muhterem şahsın bizzat kendisi kalkıp gelse söyletemez ona peygamberi. Gözü hiç bir şey görmediği gibi ne söyleneni duyar ne de anlamaya çalışır. Sizi kara listesine bir kere almaya görsün, iyi tarafını yeniden yakalamanız için güzel bir tesadüften çok daha fazlasına ihtiyacınız var demektir. Böyle zamanlarda saçlarını örer Esra. Anlarsınız ki birisi ya da birileri tüylerini kabartmıştır yine. O da hıncını saçlarından alır. Ebru’yu ise kızdırmak zordur. Bunu başarabilen ender insanlardan olma şansızlığına ermişseniz, sizi kutlamak gerekir. Kızdırmakla kalmaz, üzersiniz de onu. O kadar üzülür ki, ayak tırnaklarını kıpkırmızı boyar Ebru. Onları görünce sessizce uzaklaşırım yanından. Zira, yalnız kalmak, gururlu bir kedi gibi yarasını yalayarak yine kendisi iyileştirmek ister. Tırnak boyası pembeye döndüğünde ise ortaya çıkmak, ona görünmek için yeterli sakinlik kazanılmış demektir.

Nereden mi biliyorum bunca ayrıntıyı? Çünkü tanıştığımızda hepimiz unutkan ve umursamaz birer küçük çocuktuk. O günden sonra da hemen hiç ayrılmadık. Onların büyüyüp çabucak değişmelerini, an be an güzelleşmelerini bir köşeden hayretle, hayranlıkla ve içinde biraz da kibir barından haklı bir gururla izledim. Oysa ne kadar çirkin iki küçük kızdılar eskiden. Onları o zaman görseniz şimdiki dalyan gibi iki içim suyla akraba olduklarına bile inanmazdınız, değil ki, ta kendisi olduklarına.

Önce Esra’ya aşık oldum galiba. Geçmiş zaman, hatırlamıyorum şimdi, ama Lise’ye başladığı seneydi sanırım. Birlikte geçirmediğimiz ilk ve tek yazın sonunda onu gördüğümde tanıyamayacaktım neredeyse. İnsan bu kadar kısa bir sürede nasıl bu kadar değişir aklım almamıştı. Ama, çok sevinmiştim. Bana dokunduğunda tüylerim havaya kalkıyor, dünyadaki bütün kelebekler karnımda uçuşmaya başlıyordu. Her hareketini izler, onu göremediğim zaman özler olmuştum. Bana neler olduğunu anlayamasam da kabul etmiştim, dahası bu durum hoşuma gidiyordu. Herhangi bir adem kızının bedenimde böylesi sarsıntılar yaratabileceğini söyleseler, güler geçerdim. Hele de bu adem kızı beraber büyüdüğüm, artık bedenimin bir uzantısı gibi gördüğüm ve hayatta sayıları sadece iki olan dostlarımdan biriyse. Bir süre sonra nedenini nasılını unutup günümü yaşamaya, ona yakın olmanın keyfini çıkararak, gül yüzüne baka baka içimdeki garip açlığı doyurmaya çalıştım. Beceremesem de denemek bile güzeldi.

Derken, mesut mutlu yaşantımızın ortalık yerine düşen, adının Berkan olduğunu sonradan öğrendiğim iblis her şeyi mahvetti. Benim kimselere kıyamadığım güzel aşkım bir başkasına kaptırmıştı yüreğini. Her zaman yaptığım gibi uzaktan izlemeye devam ettim onu. Biz bu arada hızla büyüyor, öğreniyor, acıyor ve acıtıyorduk. Berkan serserinin tekiydi. Onu başka kızlarla da görüyordüm, ama Esra’ya söyleyemiyordum. Çok üzülür, hatta kahrolurdu. Buna dayanamazdım. O zamanlar söylenmeyenin dil yarasından daha büyük ve kalıcılarına sebep olabileceğini bilemezdim. Ben de öğreniyordum.

Ve neden sonra o uzun ve dumanlı yaz gecesi gördüm onları. Ortalık karanlıktı ve gecenin sabaha yakın bir saatiydi. Önce başkası zannettim. O kızlardan biri… Var olmalarıyla yok olmaları birbirine çok yakın, ara malzemesi niyetine kullanınanlardan. Ama, yok. Bu oydu. Benim sinirli, kıskanç, ama hassas sevgilim Esra. Öylesine kenetlenmişlerdi ki birbirlerine hangisi kimin bedeni ayırmak güçtü. Berkan denen iki ayaklı sürüngenden nasıl nefret ettiysem, bir daha yüzüne bile bakmamaya karar verdim. O geceden sonra ne ben ne de bir başka gören de olmadı zaten onu. Aylar sonra Esra, Can ile evlenip erken bir doğumla biricik Selda’ya can verdiğinde babasının o her şeye gülen, sevecen damat olmadığını sadece ben biliyordum. Konuşmak bana tersti, istesem de yapamazdım ve susmaya devam ettim.

Sonra sessizce geldi ve kendini hayatıma demirledi Esra. Öyle çok sevdi ki beni, en önemli yapı taşlarımdan olan nankörlük bile uzun süre direnemedi. Belki de bu yüzden ve bir de çok istediği tıbbıyeyi tutturamadığı için dişçi olmuştu Esra. O çevresindekilere yardım etmeden duramayanlardandı. Ebru’nunsa başarılı bir bankacı olmasının ardındaki en büyük etken, yalan söylemeyi bu kadar iyi becermesiydi belki, kim bilir.

Zamanla kendimi bile şaşırtarak iki kadını da deliler gibi sevdiğimi, hiç birinden vazgeçemeyeceğimi fark ettim. Esra’ya göre hava hoştu. O herkesi herkesle aldatabilirdi, ama Ebru kardeşine olan zaafımı hissettiği anlarda içine kapanır, beni vicdanımla başbaşa bırakırdı. Onu üzdüğüm için kendimden nefret etsem de Esra’ya karşı koyamıyordum. Buna rağmen, bizi kucak kucağa gördüğünde bile biricik Ebru’cum sırtını çevirmedi bana. Ona, verebildiklerimden çok daha fazlasını borçluydum, ama elimden de bir şey gelmiyordu.

Biriciğimi eniştesine bakarken yakaladığım o meşhum gece, vicdanımı biraz olsun rahatlatmayı başarmıştım. Yine de huzursuzdum. Kim bilir ne zamandır böyle uzaktan seviyordu onu. Ebru’nun uzunca bir süredir içinde yaşadığı mahşer yerinin ateşi beni de yakmıştı. Kendimi suçlu hissetsem de onu kendisiyle yaşadığı bu kavgadan çekip alamayacak olmanın acizliğiyle kahroluyordum. Can ise onu gerçekten sevenden habersiz karısına hiç haketmediği bir cenneti vaadediyordu. Bu arada Selda büyüyordu. Ona baktıkça Ebru’nun nasıl bir özlemle yandığını ise yine bir tek ben görebiliyordum. Sonunda benim dayanıklı ve tanrıçalar kadar güçlü prensesim de pes etti. Onu benden bile çok sevmiyorsa, bıyıklarımı feda edebilecek kadar güvendiğim Alper’le evlendi. Bense bu kadar çok şey bilmekten ve hiç bir şey söyleyememekten yorulmaya, vaktinden önce yaşlanmaya başlamıştım.

Benim gibiler zaten uzun yaşamazlar. Böyle yapılmışız biz, elden ne gelir?

Minik Selda’nın resmen miniklikten istifa ettiği o onsekizinci yaş gününde buralardan gitmeye karar verdim. Ebru bebek beklediği haberini vermiş, kocasının hediyesi olan ve gözlerimden daha yeşil kocaman bir yakutla yanan yüzüğü herkese gururla göstermişti. Ah! Bu anı ne kadar uzun zamandır bekliyordum. Biricik Ebru, yanında ben olmasam da mutluluğu sıkıca tutmuştu ellerinden. Esra’nın bakışlarında saklamayı beceremediği kıskançlığı ve Can’ınkilerde belli belirsiz yanıp sönen pişmalığı görebilmek için beklemiştim belki bu kadar, kim bilir. Ama, artık gitme vaktiydi.

Yalnız kalmak istediğimde hep yaptığım gibi çıtır çıtır yanan şöminenin önüne kıvrıldım. Önce beni kendi halime bırakacak ve havadaki sevinçten sarhoş oldukları için bir süre sonra tamamen unutacaklardı. Ebru’lar gece burada kalırlarsa ertesi sabah bulurdu beni o. Son zamanlarda ortadan kaybolduğumu fark eden bir tek o kalmıştı. Bu kez dönmemek üzere gitmiş olduğumu da bir bakışta anlardı. Geç fark etmiştim, ama sonunda anlamıştım. Bu eve ıslak ve tekir bir yumak halinde geldiğim o günden beri herkesten çok onun ‘Pisi’si olmuştum ben. Gözlerimi sıkıca kapamalı, cansız da olsalar ardında sakladıklarımı görmesine izin vermemeliydim.

Hiç yorum yok: