Sayfalar

9 Nisan 2011 Cumartesi

Aglayan ayva, gulemeyen nar!..

Kaç yaşındaydım hatırlamıyorum, ağaçların da konuşabildiğini öğrendim.

İlham Abi’nin zar zor babamı ikna edişi geliyor gözümün önüne. Unutulmaya yüz tutmuş onca anının arasından bir o mu geçen zamana dayanabilmişti, yoksa gencecik ölerek yokluğunu boğazıma bir düğüm gibi atan, arada sırada hatırladıkça soluğumu kesen İlham Abi’nin hatırası mı götürdü beni o günlere bilmiyorum.

Yüksel Abi, çocuklar için yapılıyor bu, küfür müfür olmaz.” diyor ve sıkı sıkı tutuyordu elimden. Sebebini anlamasam, sonucundan ne gibi bir fayda sağlayacağımı kestiremesem de benim için iyi bir şeyler yapmaya çalıştığını sezinliyor, ben de yapışıyordum o zamanlar minik ellerimin içinde kaybolduğu, bana bir baba kadar kocaman görünen avuçlarına.


Evdekiler ikna olunca, aldı ve daha önce hiç görmediğim, varlığını hayal dahi edemeyeceğim bir masal diyarına götürdü beni.

O günden sonra, başrolünde İlham Abi’nin oynadığı bir tiyatro sahnesi oldu dünya.

Aslanlarla farelerin yakın arkadaş olabildikleri bir yerdi orası. Yıldızlar ve ay, güneşin aşkı uğruna durmadan kavga ederlerdi ve ormanda kaybolan küçük, ama cesur kız çocuğu, geleceğime uzayan engebeli patikayı aydınlatmaya başlamıştı bile.

Aşılamaz dağ, geçilemez deniz yoktu. Her şey mümkündü artık.

İlham Abi’nin, elimi hiç bırakmadan işaret ettiği o göz alan ışığı takip ettim. Kurucuları parasız kaldıkça giderek küçülen, kalorifersiz minicik salonlardan ibaret bu dünyada, titreten kara kışı, pislik ve gürültüyü, hayal kırıklığı ve umutsuzlukları kapının dışında bırakıp hiç üşünmeyen ve hiç kirlenmeyen, kötülüklerin eninde sonunda iyiliğe yenik düştüğü, çarelerin hiç bir zaman tükenmediği sıcacık güzellikler yaşayarak büyüdüm. İlham Abi de benimle birlikte değişti ve bir gün dedi ki;

“Çocuk oyunları izlemeyeceğiz artık.”

Kendimi çıkışsız, kocaman bir kapana yakalanmış, minik bir fare gibi hissettim. Bir daha tiyatroya hiç gitmeyeceğiz zannetmiştim. Aslında hiç de kocaman olmadıklarını yeni yeni farketmeye başladığım, ama hala dünyayı avuçlayabileceğine inandığım elleriyle tutup çıkardı beni o kapandan. Harold ve Maude’u izlemeye gittik Kenter Tiyatrosunda.

Yıldız Kenter’i izlerken aşkın ne kadar değişken, değiştiren bir şey olduğuna kendi gözlerimle tanıklık ediyordum ve bakışlarından saymaya başlamıştım, o gün bu gündür hala bitiremediğim farklı yüzlerini aşkın. Yıldız Kenter bakıyor, Müşfik Kenter konuşuyordu ve ben, kah birinin gözüne, kah diğerinin sesine aşk büyütüyordum.

Daha sonraları Sineklidağ derler, ücra ve fakir bir mahalledeki gecekonduda Zilha’nın(*) çapkın omuzları üzerinden şöyle bir dönüp çakmak çakmak gözlerini benimkilere dikti Ğülriz Sururi. İnsan, sözün bittiği o yerden bakışlarını uzatıp kaldığı yerden gözleriyle devam edebilirmiş. Gördüm ve iman getirdim. Gözlerimi sadece görmek için değil bakmak ve baktığım şeye mana kazandırmak için de kullanabileceğimi ögrendim. Böylece, sözden oldukça büyük tasarruf elde ettim zaman içinde.

Genco Erkal’ın coşkun nehirler gibi çağıldayan sesinden, bir kısrak başı olup Akdeniz’e uzanan memleketimi dinledim avaz avaz.(**) Ve şayak kalpaklı adamın, bıraksalar ince uzun bacakları üzerinde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon’a(***) nasıl da atlayıvereceğine tanık oldum. Ülkemin tarihini, coğrafyasını ve insanını öğrendim hiç gitmeden, yaşayıp görmeden ve tanımadan.

Melih Cevdet Anday, Mikadonun Çöpleri’ni yazarken ne düşünüyorsa, Zeliha Berksoy’un insanüstü bir yetiyle onlara ulaşabildiğini düşündüm oyunu izlerken. Zira, ustanın kendisi bile itiraf etmiş ‘en anlaşılmaz oyunumdur.’ diye. Keşke yaşayıp Berksoy Hoca’nın rejisini izleyebilme şansı olsaydı, çok şaşırırdı eminim.

Ben büyümeye devam ediyordum bu arada. Artık gördüklerim yetmemeye başlayınca şikayetler ve sızlanmalar geldi hemen ardından. Zannetmiştim ki, Kenter’ler aşkı anlata anlata bitiremeyeceklerini anlayıp herhangi bir ‘son’ beklentisinden kurtulmuş aşkları anlatmaya devam edecekler. Düşünmüştüm ki, Brecht Işık Yenersu’nun sesinde hiç susmayacak ve Zeliha Berksoy, çağdaş oyun yazarlarının eserlerini de sahneye koyacak kadar uzun yaşayacak.

Oysa ne oldu?.. Kendi özgür irademizi ve fikir özgünlüğümüzü ettiğimiz gibi, tiyatromuzu da tiyatro sanatçılarımızı da t.v. kanallarının iyi, kötü her şeyi harmanlayıp anlamsız ve sıradan karışımlar yaratmaya meraklı, insafsız ellerine teslim ettik. Sevgiye yol açmak için kolayca delinen o dağlar, aşk uğruna günlerce susuz kalınarak geçilen çöller, bir insanı sevmekle başlayan her şey ve güzelim memleket, hepsi… Havasız birer t.v. stüdosundan ibaret şimdi. Ve ben, Erdal Özyağcılar gibi, Hümeyra gibi ve Şebnem Sönmez gibi ustaları ilkokul piyeslerini andıran, birbirlerinin ayaklarına kazara bastıklarında çok komik bir şeymiş gibi güldürmeyi umacak kadar kötü, basma kalıp ve sıradan senaryoların içinde reyting kavgası verirken gördükçe İlham Abi’mi rahmetle anıyorum. İyi ki gencecik öldü de bu günleri görmedi. Ölümün de hayırlısı olurmuş demek ki…

(*) Kesanli Ali Destani isimli Haldun Taner'in unlu oyununun gectigi yer ve bas kahramanlarindan biri. Kesan'li Ali, Zilha'ya asiktir.



(**) Nazim Hikmet'in Davet isimli siirinden



(***) Yine Nazim Hikmet'in Kurtulus Savasi Destani'ndan

Hiç yorum yok: