Sayfalar

3 Ağustos 2007 Cuma

Kokma Artık Burnuma Amansız, İstemiyorum.

- Gelme, üstüme gelme, bağırırım bak, kimsin ya sen?

Korku, ecel olmuş, boğazına düğümlenmişti sanki. Yüzünü de göremiyordu ki; sadece, küçük, küçücük, parlak bir nesne, bir taş, değerli olmalıydı, karanlığın bütün renklerini yansıtıyordu. Asağılarda değildi, dolayısı ile bir yüzük olamazdı, daha çok orta boylu birinin kafasının olabileceği bir yükseklikte, tamam, küpe, kafanın tek tarafına takılmış bir küpeydi bu.

- Yaklaşma diyorum, offff! ne kötü kokuyorsun.

Ne kokuyordu hakikaten ortalık? Burnunun daha önce duyduğu birşey değildi ama aklı, yeni ölmüş insan kokusu diyordu.

Kendinden çıkıp çıkmadığına emin olamadığı bir çığlık sesine uyandı. Ter! Soğuk ve yapışkan, inatçı bir ter içinde kalmıştı. “Yoruldum artık.” diye geçirdi içinden, “Bu kaçıncı, hep aynı hep aynı, ne olacağını bile bile korkuyorum.” birden gözleri parladı, bu kez farklıydı. “Ölü olduğunu biliyorum artık.” canı sıkıldı, “eee, şimdi ne olacak, daha mı çok korkacağım bundan böyle? Yoksa kabuslarımın sebebi yüzsüz ve cansız bir hayalet olduğu için sevinmeli miyim?”

Kalktı, tekrar uyuyakalma umudu için ısrar etmenin bir anlamı yoktu, gelmeyecekti nasılsa. Mutfağa yöneldi, oturma odasının önünden gecerken ister istemez telefonun mesaj lambasına takıldı gözü. Tabii ki yanmıyordu, sabahın ikisinde yatmıştı zaten, aylardır aramayan kalkıp bu gece hem de ikiden sonra aramayacaktı herhalde, yine de. Alışkanlık olmuştu artık, “saplantı mı demeliyim yoksa?” gelir gelmez bu delilik fikri, kışkışladı onu, hala mantıklı hücrelerinden beyninin. Yok, herşey iyiye gidiyordu, her ay bir öncekinden daha iyi hissediyordu kendini. Bir de şu kabustan kurtulursa, aşk acısının omzundan alıp, takacaktı bembeyaz kanatlarını geri. Önceleri her 5, hadi bilemedin 10 dakikada bir kayarak, telefonun parlak, kırmızı ama kör olanıyla bakışmak için yanan, kızaran gözleri şimdi sadece tesadüfen ya da o bulaşıcı ama anlamını yitirmiş alışkanlık yüzünden takılıyordu eski sevdalısına. “Aman ben de niye sorguluyorum ki, unutuyorum demek ki yavaş yavaş, ne güzel” pis, ısrarcı bir aci sızım sızım yaktı göğsünü yine de. Her güzel şey bitmek zorunda mıydı? “Belki de” dedi kendine, bilmiş bilmiş, “Bittikleri için bu kadar güzeller, ya da biz onların biteceğini bilerek, mahsus güzelleştiriyoruz, başka başka anlamlar yüklüyoruz ki, daha yoğun yaşayalım” durdu biran düşünceli “daha çok acıyalım” kısılmıştı iyice iç sesi, yeni bir anlayışın bilinç yüzeyine çıkışını yaşıyordu. Bu ara böyle çıkışlar çok oluyordu zaten, ‘kendini tanıma süreci, çıkış numarası X’ diye de numaralandırıyordu onları, bilmem ki, ne için.

Çok sevmişti Özge’yi, bir daha böyle sevebilir miydi, bilmiyordu. “Tabii ki severim, seveceğim” dedi inatçı. “O sevgi benim icimde, oradan çıkarıp verdim onu Özge’ye, istersem yine çıkarırım, başkasına veririm.” ürperdi birden soğuk soğuk. Şu geçen altı ayı nasıl da unutmuştu çabucak, hiç uyumadan geçen geceler, bitmek bilmeyen gittikçe uzayan günler, susmak bilmeyen, beyin-içi soruları, çaresizliğinde biçimlenen cevaplar ve onlardan çıkan yeni sorular. Şimdi geçmiş gitmişti ya, son derece yoğun yaşadığı o duyguların yeri boş kalmamalıydı. Birşekilde dolduracaktı orayı, işin doğası böyleydi, ya kendiyle dolduracaktı, ya da başkasıyla. “Bakarsın o boşluğa kendi şeklimi veririm” dedi, “yeniden biçimlendiririm onu, yeni gelenler olduğunda beni içerde bulurlar” güldü kendi kendine. Bu arada, gün, sinsi bir muziplikle yükselivermiş, gelmiş, mutfak penceresine dayanmıştı. Yerinden kalkıp, camı açtı, onu içeri buyur etti. Arkasinda Haziran göğünün açık mavisinden bir parçayla, kırmızı giysisi içinde, gözüne daldı gün, kamaştırdı onları. Hiç bir şey göremez olan gözleri, açık pencereden içeri dolan, şehrin kokularını aldı. Pencerenin pervazında, oraya fırlatılıp terkedilmiş gibi duran mor menekşeyi kokusundan tanıdı. Burnunun direği, gözlere duyduğu hasetten sizim sizim sizladi. “Allah Allah, ben de koku hissimi tamamen kaybettiğimi düşünmeye başlamıştım.” yüksek sesle söylemişti bunları, menekşenin gönlünü almaya calışır gibiydi, çok ihmal etmişti onu çok. O kadar uzun zamandır, içi bir beden sıcaklığı ile bir daha hiç dolmayacak gömlekler koklamış durmuştu ki, şimdi menekşenin kokusu, başka bir dünyadaymış hissi verdi ona. “Doğru da,” dedi “Bu, yeni bir hayat, yeni bir dünya benim için.”. Aklına nereden takıldığını düşünmeye bile gerek görmediği o bulaşıcı şarkılardan birini yapıştırıp dilinin ucuna, günün şıklığına uygun bir giysi seçmek üzere yatak odasına yöneldi. Önünden geçerken oturma odası kapısının açık olduğunu bile farketmedi. Tam, gün kırmıziısına en uygun maviden elbisesini geçirmişti ki başından, kapı çalmaya basladı, ısrarlı. Saatine hızlı bir göz attı, şaşırdı, kim olabilirdi sabahın 6’sında. Dudaklarının kenarında şarkısının sondan bir önceki dizesi, açtı kapıyı.

- “Özge?”

Bir an kabusu devam ediyor zannetti,

- “Canım?”

O, unuttuğu için kutlamalar yapmayı planladığı koku çarptı yüzüne, midesi bulandı.

Bitkin görünüyordu Özge, yok, aslında görünmüyordu, hiçbir şey görmüyordu ona ait, sadece sol kulağında çakıp duran küçük bir pırıltı. O anda anladı ve aklının not defterine yazdı: “kendini tanıma süreci, çıkış numarası X+1”. Dudağının kenarına asılıp, orada kırılan gülümseme,

- “Seni öldürdüm ben.” dedi.

Hızlıca adamın yüzüne çarptığı kapıya, sırtını döndü, şarkısının son dizesini de söyleyip, üstünde günün kızılına özenen elbisesi, kıvrıldı yastığının sıcağına, deliksiz ve kabussuz, mavi bir uykuya daldı.

Hiç yorum yok: