Sayfalar

3 Ağustos 2007 Cuma

Bilmiyorum, Bilemem, Bilemedim, …


“Kuru gürültüye pabuç bırakacak göz var mı bende?“

Cevabını, çok açık içinde barındıran bu soruyu, kafamda döndüre döndüre, sürekli tekrar ederek, kendi kendimi cesaretlendirmeye çalışıyorum. Eskiden, çocuk yatağımın altındaki canavarın hala sımsıcak olduğu günlerden beri gaipten sesler duyarım. O kadar alışmışım ki onlara, duymadığım zaman endişelenirim.


Büyüdüm, canavar yatağımın altından çıkıp, gözümün arkasına kadar geldi ve şimdi duyduğum ise, sesten daha çok, sessizlik. Bir de o his, sesin, bazen de sessizligin belli belirsiz bir şekil giyinmesi, arka dünyama yerleşip beni izlemesi gibi bir his. Varmış ile yokmuş arasına sıkışmış, duyulmayan, dokunulmayan, görülmeyen ama bilinen, hissedilen. Duymak için iki tane kulağın yeterli olamayacağını, daha fazlasına ihtiyaç duyulduğunu söyleyen içgüdü. Var olan, var olduğundan emin olunan, ama aynı zamanda kanıtlanamayan. Aşk gibi, dost gibi, düşman gibi, sağduyu gibi, nefret gibi, duygularla var olan, ya da yok olanlar. Ya da Tanrı gibi, evrenin sonu gibi, güneşin soğuması gibi için için bilinen ama birtürlü kanıtlanamayan, birden fazla boyutlu karşılığını bulamayan o his. Deli derler adama diye geçiriyorum iyice karıncalanmaya başlayan kafamın kuytularından. Şimdi kalksam, etekleri yere sürünen, pelerini gölgeden bir adam, beni izliyor; desem; polise gidip şikayette bulunsam. Sadece demekle kalmazlar, adamı aldıkları gibi delilerin kaldığı yere götürürler. Ama işte biliyorum, ne derseniz deyin, o şey beni izliyor, hem de her dakika.

Önceleri, her gün gelmiyordu, sadece çok korktuğumda. Varlığı garip bir şekilde huzur bile veriyordu. Bu, zaten çok korkmuş olduğum, onun gelmesiyle daha çok korkamayacağım için duymuş olduğum çaresiz bir vazgeçiş miydi, yoksa gerçek huzur mu bilmiyorum.

Daha sonra, olur olmaz çıkıp gelmeye başladı. Banyo yaparken duşun içine, uyumaya çalışırken yatağıma, üstümü değiştirirken elbise dolabımın önüne, sokakta yürürken, ensemde saçlarımın bittiği yere. İlk başlarda varlığıyla hissettiğim huzur, yavaş yavaş yerini amansız bir korkuya bıraktı. Korkmamın nedeni, ondan kurtulamamamdı. Amansız avı, acımasız ve kontrolsüz bir sureklilik kazanmıştı. En büyük korkum da bir gün, avcımın bir bedene sahip oluvereceği ihtimaliydi. Ya hakikaten birisi beni izliyorsa, ya, delice ve hayvani bir histen öte birseyse bu; ya, fiziksel bir tehditse. “Kimi kandırıyorsun” dedi içimin en mantıklı, sağduyulu kalmış, şimal rüzgarları alan penceresi, “fiziksel mi değil mi bilemem ama apaçık tehdit işte sana.”

Belirsizliğin grisinden geçip kesinliğin karasına duran bir zaman çırpışı sonra, sabırsız, sesin kendini göstermesini bekler oldum. Çünkü bu, bir an meselesiydi artik. O kadar emindim, takipçimin bir yüzü ve bedeni olduğuna, yakında bana görünür olacagına. Emindim de, istiyor muydum onu görmeyi? Hayır, bin kere, hayir; ya o, bensem. Bu arada kendimi çokca, kapımın önünde birikmiş, oraya sıkıştırılmış toprak parçasına atıyorum yalınayak. Elektriğimi akıtıyorum toprağa, ama düşümün, içinden birşey akmayan damarlarında, korkularım baki kalıyor. Toprağa bastığımda daha kuvvetli hissediyorum onun varlığını, sessizliğinin gücünü, uzansam dokunuvereceğim. Uzanıyorum, o kadar uzun zamandır duymadıklarımı dinliyor, söylemediklerimi konuşuyor ve hissettiklerimle yaşıyorum ki, nefes almasam da hayatta kalırmışım gibi geliyor. Neden sonra dokunabildim ona, sonbaharın öksüz bıraktığı, beti benzi atmış, hıçkırıp duran bir yığın yaprağın arasında, ağzım kocaman açıldı, son sözü olarak bir çığlık söyledi, ve ben,

bilemedim, …

bilmek istemedim…

Hiç yorum yok: