Sayfalar

5 Haziran 2009 Cuma

Sevgili Semiha

Sevgili Semiha,

Seninle konuşamıyorum, korkup yazının ardına saklanıyorum diye kızma bana, ne olur! Bu bile büyük başarı benim için. Ne zamandır düşünüyorum. Kafamda nasıl yapacağımı kaç kez döndürüp durdum bir bilsen. Senden rica ediyorum, okumaya çalış bunu. Anlamasan da olur, ama lütfen oku. O kadar uzun zamandır içimde tutuyorum, öyle kocaman oldu ki bu ur, çıkarıp atamazsam kanser olacak, korkuyorum. Onunla sanık-tanık ilişkisinin ötesindeyiz şimdi, geri dönemem, istemiyorum. Ve sen, artık tek tanığımsın. Bu, aynı zamanda madur olmanı da gerektiriyor, farkındasın. Böyle olmasını istemezdim ama, başka yolu yoktu, biliyorsun. Hayır, pişman değilim. Sen de olma.



Uzatmıyorum. Her şeye en başından başlıyorum.

Bilirsin İstanbul’un Maçka’sında doğdum büyüdüm ben, hatta Serdar’la aynı sokakta. Teknik Üniversite Maden Fakültesine çok yakındı evimiz. O yörenin bütün çocukları gibi ben de Maçka İlkokulu’na gittim. Okulumuzun pencereleri Fakültenin yan kapısına bakardı. Ve ben, o yaşımda bilirdim; Serdar Abi, her sabah o kapıdan girip bazen aylarca süren boykotlara gönüllü uzatırdı en delikanlı zamanlarını. Gurur duyardım onunla. Ne anlardım, nasıl böyle bir sonuca varmıştım bilmem, ama neylerse güzel eylerdi ya benim canım, boykot da güzel bir şey olmalıydı.

Bir gün onlara misafirliğe gitmiştik. O da evdeydi tesadüfen. Küçük bir kız çocuğuydum ben. Neredeyse gözlerimi bile kırpmadan onu izliyordum. Farkedince beni odasına götürüp anlatmaya çalıştığı gibi asil ve yılmaz bir devrim askeriydi o. Gerektiğinde canını feda etmek ne demek ilk ondan duyup ezberledim. O zaman çok iyi anlamamıştım tabii. Hasta olup da ölmek değildi bahsettiği. Bile bile, hatta seve seve can vermekten söz ediyordu. Olur muydu ki? Serdar Abim yaparsa olurdu tabii, hem de pek güzel olurdu. Ama o ölürse, ben de... Geride kalmak olmazdı, olamazdı. Çocuk gözlerim aşktan kocaman olmuş, tek lokmada yutmuştu karşımda dimdik duran, kapkara bakan adamı. Sonrasında, tadının özlemi sürekli damağımı yakan bu lokmayı sindirebilmek için çabalamakla geçti ömrüm, kimse anlamadı.

Bütün mahalle bilirdi ona yanık olduğumu da güler geçerlerdi. Sen de çok gülerdin hatırlıyor musun?.. Ama bilmezdin, ben sana da yanıkdım. Aslında ben sizin birbirinize olan, devrime olan aşkınıza yanıktım. Hayattan, gençliğinizden zevk almayı haram kılan kutsal amacınıza ihanet etmeden gülebileceğiniz, kaçamak bir eğlence olmuştum size. Bazen onunla da alay ederdiniz; bütün çocukları kendine hayran bırakan kavalcı yerine koyardınız. Oysa bütün dünyayı fareler bassa umrumda olmazdı benim, yine de giderdim onun ardından. Bana yaptığınız aptal kız çocuğu muamelesine değil de onu kızdırmanıza üzülürdüm en çok. Söylenenlerin bazılarını duyacağım da minicik kırılgan kalbim dayanmayacak diye susturmaya çalışırdı sizi. Utandığı zaman göze görünen o sevimli doğum lekesi al al olurdu. Ben her şeyi duyardım da dudağın kenarına gülden kanadıyla dokunuveren o kelebekten başkasını göremez, büyülenir kalırdım. Dünya umurumda olmazdı. Bütün kelebekler gibi kısaydı ömrü. Pür dikkat ona adanır, yaşamı inatla çekiştirirdim ucundan, ama o giderdi. Dudaklar kalırdı kelebeksiz, bense o dudaklarda, kimsesiz.

Üzmesinler, daha çok alay etmesinler diye bütün arkadaşlarını karşısına almıştı da bir kendine engel olamamıştı. Yarı kapalı gözlerinin arasından sinsi sinsi bakan o sapsarı kızın ‘Onlar evli.’ dediği gün öldüm ben. Adı Nimet miydi, şimdi hatırlamıyorum. Beni hiç sevememişti zaten. Onun da aklının bir yerine takılı kalmıştı Serdar, hissederdim. Siz, birbirinizle ve yaşadığınız heyecanlı zamanla o kadar doluydunuz ki, ne başka duyguya ne de başka birine yer vardı orada. Devrim görür, devrim duyar, devrim alıp devrim verirdiniz. Onu ya da beni fark etmeniz imkansızdı.

Nitekim, devrim nikahı kıymışsınız; öyle demişti sarı Nimet. Nasıl olduğunun ne önemi vardı, adını koymuştunuz işte. Sahiplenmişti ya seni, ötesi yoktu benim için. Sonra ondan uzak durabilmek için çabalamamı da, başaramayıp kendi kendimi yediğimi de hiç bilmedi. Hala da bilmez. Ama inan, çok uğraştım. Sana olan sevgisini kabul etmiştim. Büyüyordum da artık. Okuyup öğreniyor, sizin anlattıklarınızla yetinmeyip bir de ben araştırıyordum. Sonuç olarak kendime karşı ve kendimle onulmaz kavgalar yaşıyordum. ‘Ben’i ifade edebilmeyi, hiç çekinmeden dillendirmeyi, duyurabilmek için gerektiğinde avaz avaz bağırmayı ise sizden öğrendim, inkar etmiyorum, hiç etmedim.

Ortaokulun ikinci sınıfındaydım. Fakülteye bakan binada bir üst kattaydık şimdi. Görüşüm daha da açılmıştı, ama ben o tarafa hiç dönmemeye yemin etmiştim. Varlığına engel olamazdım, ama hatırlattıklarına olmaya çalışıyordum. Bir gün, daha ikinci ders başlamadan tuhaf hareketlenmeler oldu fakültenin etrafında. Panzerler, zar zar bağıran polis araçları, elinde silahları ve çelik yeleklekleriyle oradan oraya koşturan üniformalı kalabalıklar alışık olduğumuz görüntülerdi, aldırmadık önce.

Silah seslerini ilk duyduğumda televizyonda izlediğim filmlerde duyduklarımdan çok da farklı olmadıklarını düşündüm. Biz daha ne olduğunu anlayamadan ortalık bir anda savaş yerine dönmüştü. Bir üst kattan gelen ‘tıpır’ ‘tıpır’ seslerinin, yağan bir şey görmediğim halde öğretmenlerin açıklamasına itaatle inandığım gibi iri dolu taneleri değil de okulun çatısına düşen kurşunlar olduğunu seneler sonra algılayabildim.

Sıraların altına girip dizlerimizin üzerine kapanmamızı istedi Türkçe’ci Abdullah Bey. Aynı zamanda sınıf hocamızdı, hem sever hem de korkardım ondan. Ama bu kez kendimi bir türlü pencereden alamıyordum. Yeminime rağmen garip bir can acısı hissetmiş, fakültenin eski ve fazlaca yüksek kapısı önüne yerden tavana kadar üst üste yığdıkları ögrenci sıralarının en tepesinde bir görünüp bir kaybolarak bağıran kafalara mıhlanmıştı gözlerim. Onlardan biri Serdar’a ait olabilirdi. Hissettiğim can acısının yüreğe uzanan, onu kesip ikiye bölerek yarısını erkeğin eline veren sızısını ömür boyu taşıyacağımı bilmiyordum henüz.

Sonrasını sen de biliyorsun, hatta benden iyi biliyorsun. Yakalandınız. Sen, asker babanın da yardımıyla çabucak çıktın sorgudan. Serdar’ı Ziverbey Köşkü’ne almışlar diye duyduk. Benim bulunduğum ortamlarda kimse bir şey konuşmadığı için gizli gizli kapı, pencere dinler olmuştum. Oradan sağ çıkması çok zor diyordu babam. O kasvetli kış öğleden sonrası Münevver Teyze yel yepirdek anneme gelip onun döndüğünü söyleyene kadar her gece ağladım. Aradan geçen zamanın ne kadar olduğunu bugün bile söyleyemem. Belki bir haftaydı, belki bir ay ya da bir yıl; ne çok ölmüştüm.

O ise, sana gitti. Olsun! Yeter ki yaşasındı, mutlu olsundu da, kiminle, nerede ve nasıl olursa olsun. Sonra beraberce kaçtınız ülkeden. Arada annemin kulağına gelen iyi haberleriyle yetinmek zorunda kaldım. Allah’tan, gurbettesiniz diye sadece iyi olanlar geliyordu bize. Buna rağmen, kızınızın doğamadan öldüğünü duyduk. Demek ki, bir iyi haberler bir de çok kötü olanlar ulaşıyordu uzaktaki anneye. Derken, ne iyi ne kötü, hiç haber gelmemeye başladı.

Bu arada ailemin ısrarlarına dayanamayıp evlendim. Kızım, o birlikteliğin sevgiyle ilişiği olan tek bireyidir. İyi insandı Melih, ama hiç sevmedim onu. Sevemedim. Bir başkasını sevebileceğime dair bütün ümidimi yıllar önce bir okulun penceresinden geleceğime bakarken yitirmiştim.

Eylem on dört yaşına gelince anlaşarak, birbirimizi hiç kırmadan kolayca ayrıldık. Kızım ve ben çok fazla istemeden, çok fazla edinmeden ve çok fazla üzülüp çok fazla sevinmeden ortalama bir hayatı her şeyiyle paylaşıyorduk.

Anneannem öldükten sonra annem hayatta kalan tek evladı olarak köydeki mal varlığını elden çıkarmak istedi. Toprakların ciddi bir bölümünün baraj inşaatı nedeniyle istimlak tehdidi altında olduğunu öğrenince Melih’in tavsiyesi üzerine aradığım Avukat Serdar Bey’in kim olduğunu sormak aklıma bile gelmedi. Ondan sonrası yaşananlar, tahrip gücü çok yüksek bir bombanın hayatın ortalık yerine düşmesiyle olacaklara benzer şeylerdi: Kaçınılmaz, engellenemez, harab eden, ama öldürmediği için delice bir mutluluk veren. Serdar, seneler önce çekip gitmiş olduğu gibi, hem de sanki hiç gitmemiş gibi, paldır küldür girdi hayatıma. Ona ‘Dur.’ diyecek, ‘Git.’ ya da ‘Gitme.’ diyecek güç bende hiç bir zaman olmamıştı zaten; sustum. Sevinçle buyur ettim onu hayatıma.

O zamanlar henüz ayrılmamış olduğunuzu biliyordum. Ama bitmişti, hem de çok uzun zaman önce bitmişti. Hiç sorgulamadım. Onu öyle, bana geldiği gibi, dedim ya işte, sanki hiç gitmemiş gibi kabul ettim. On yaşında ilk gördüğün anda sevdalandığın ve yirmi yıl boyunca beklediğin biri gelse, sen ne yapardın?

Öncesinde açılmış ve 1980 Eylül’ünde hiç kapanmayacağı anlaşılmış bazı derin yaralar hala zaman zaman kanıyor. Kim derdi ki, onlara dokunacağım ve gün gelecek ellerimle, gözlerimle, dudaklarımla hepsini iyileştireceğim? Beceremeyeceğim belki, ama uğraşacağım. Yüzüne her yaklaştığımda yeniden doğan kelebeğini öperek ömrünü uzatacağım. Yemin ettim, o pencereden bir daha fakülte tarafına bakmayacağım. Bir oğlan doğuracağım ve adını Devrim koyacağım. Onu öyle çok seveceğiz ki, hiç bir şey hatırlamayacağız.

Hayır, pişman değilim, lütfen sen de olma.

Sevgiler,
Nazlı.

Hiç yorum yok: