Sayfalar

19 Ekim 2007 Cuma

Neden Seviyorum Ben Washington’i yahu?..
Seviyorum bu sehri, neden bilmiyorum ama seviyorum. Kendine ozel bir kokusu vardir Washington’in, alir goturur sizi. Nerelere goturdugu ise giden kisiye baglidir. Washington, insani serbest birakir bu konuda. O, sadece goturur. Gidilen yerin ya da uzakligin onemi yoktur onun icin.





Dusunuyorum da, sanirim bu sehri cok sevme sebeplerimden biri, onun bir baskentte olmasi gereken herseye sahip oldugunu dusunmem. Mesela 50 tane bulvar vardir Washington’da, her biri bir eyalet. Sadece California ile Ohio’nun bulvarlari yoktur ama onlarin da caddeleri vardir. Bunun nedeni ise... Soylemiyim daha iyi cunku kime sorduysam baska baska cevaplar aldim. Ya bilinmesini istemiyorlar ya da California ile Ohio o kadar kirgin ki; konusmak bile istemiyorlar bu konuyu. Dusunsenize ne guzel olurdu Ankara’da da bir YesilBursa, bir KahramanMaras, bir SanliUrfa, bir Samsun, bir Antalya, bir Denizli Bulvari olsaydi. Butun sehirlerini sinesinde sarmak sarmalamaktir bir bassehire yakisan, degil mi?

Bu sefer kaldigim yer, Florida ile Connecticut Bulvar’larinin kosesine cok yakin. Boylece, vakit buldukca eyaletler arasi bir yuruyuse cikma sansim oluyor. Bu yuruyuslerden birinde Nebraska’da kayboluyorum, koselerden birinde Pakistanli mi yoksa Hindistan’limi oldugunu anlayamadigim yaslica bir amca kucuk sokak dukkaninda ivir zivir satiyor. Etrafta yuruyen iki ayakli, tek basli baska canli goremedigimden, yolumu ona sormaya karar veriyorum.

- “Sir, do you know how I can get to New Hempshire and 17th.” (New Hempshire Bulvari ile 17. caddenin kosesine nasil gidebilirim, biliyor musunuz?)

- “Hiiii ???” diyor amcam. Gozlerinde kocaman soru isaretleri cakiyor...

- “I am asking if you could tell me the direction to New Hempshire and 17th, Jury’s Hotel?..”(New Hempshire Bulvari ile 17.caddenin kosesinde, Jury’s Otele nasil gidilecegini soyleyebilir misiniz diye soruyorum.)

- .....

Birseyler soyluyor amcam ama bu sefer de ben hicbirsey anlamiyorum.

- Excuse me??? (Affedersiniz?..) deyip, kendini tekrarlamasini rica ediyorum, kibarca
- .....

Yine o anlasilmaz lisan. Simdi tekrar duyunca soylediklerini, bir iki Ingilizce kelime yakalayabiliyorum sozlugume dusen ama o kadar. Hala emin degilim amcamin konustugu dil ile bu ulkenin lisaninin ayniligindan...

Bir iki basarisiz denemeye daha sans verdikten sonra, en nihayet havlumu firlatiyor, amcaya minnetimi bildirerek, kendi basimin caresine baska turlu bakmak uzere oradan ayrilmaya karar veriyorum.

- “Thanks very much, it was really helpful.” (Cok tesekkur ederim, cok yardimci oldunuz.) Elimden geldigince sesimdeki sarkastik salinimin amcamin duygularini zedelememesine calisiyorum ama bu girisimin basarili olmadigini, adam arkamdan sinirli sinirli bagirinca anliyorum;

- “This is America. This is America....” (Burasi Amerika. Burasi America...)

Aaa!.. Sasiriyorum amcamin kurabildigi, Ingilizce oldugu cok belli ve oldukca anlasilir cumleye. Sadece basit bir cumle... hem de kizgin bir cumle, ama olsun. Belli ki; ardimdan bagirarak, ‘eger yollari bilmiyorsan bu ulkede, oyle elini kolunu sallayarak gezemezsin. Kaybolunca da seninle ayni dili konusan bir Allah’in kulu bulamayip iste boyle serseri bir mayina donersin.’ demek istiyordu. Hakliydi amcam, burasi Amerika’nin baskentiydi, ulkenin ana dilinin, diger yerlerine gore burada daha az kullanilmasi dogaldi... Ne de olsa ana dilinin ne oldugu konusunda henuz kesin bir karara varilamamis tek ulkeydi Amerika...

- “Yeah right...”(Tabii, tabii dogru...) diyorum adama. Kelimeler inatci ve sarkastik, kayip yuvarlaniyor dilimin ustunden, engel olamiyorum. Son sozun bende kalmasi gerektigine olan derin inancim, saskinligima galebe caliyor... “and, like YOU and I are Americans too...” (ve sanki sen ve ben de Amerikali’yiz...)

Nebraska’da yonumu, yerimi ve dilimi bulduktan sonra kendimi zor atiyorum otele. Kafam karisik ama sonra dusununce bu karmasayi da yakistiriyorum Washington’a. Tam da bir dunya baskentinde rastlanilasi insanlar onlar. Kendi ana dillerini konusamadiklari icin ulkenin resmi dilini konusanlara kizan, benlik probleminin adam boyunu astigi bir ulkede kimlik problemi yasamayan insanlar, Amerika’li gocmenler.

Sonra dusunurken, baska bir sebebini daha buluyorum, Washigton’u sevmemin.
Bakin! Gordunuz mu? Sebepsiz degilmis sonuc olarak sevgim bu sehre. Rahatliyorum biraz. Dunyanin en genc baskentinde bile az da olsa tarih toplarsiniz sokaklardan. Eskilerinde ise yurursunuz icinden tarihin. Paris boyledir mesela. Eger birazcik okuduysaniz edebiyata ya da devrimler tarihine dair; aksam Notre Dame’in arkasindaki sokakta yururken, Robespier’in adamlari donuverecekmis zannedersiniz koseden. Washington’da ise tarih okuduklarinizdan daha cok biryerlerde izlediginiz bir filmden, diziden ya da tv programindan cikar gelir, takilir ayaginiza yururken. Lincoln anitinin orada, yillar once ‘History Channel’da seyrettigim bir diziden Martin Luther King sesleniyordu mesela; ‘I have a dream...’(Benim bir hayalim var.). Saint Patrick kilisesinin onune geldigimde ise, yolun oteki yakasina gecip, karsimdaki kilisenin golgelerine gizlenmis cocukluk kahramanlarimla zaman gecirmek istiyorum azicik. JFK filminin 1963’unu yasamak istiyorum. Iste bak!.. 3 yasindaki John Jr. karalar icindeki acili annesi Jackie Kennedy’nin elinden tutmus cikiyor kapidan. Umudlari da bedeniyle beraber gencecik katledilmis babasini gommek uzere mezarliga gidiyorlar...

Baska neler vardi Washington’da, beni ceken... iten... tutan... ya da birakan;

Ince, uzun genc erkekler; kirita kirita yuruyen, kirita kirita konusan...
Kulaklarina cep telefonlari ya da bluebooth aletleri kacmis, yolun ortasinda bagira bagira kendi kendileri ile konusur gibi dolanan insanlar...
Parklarda uyuyanlar icin, belediyenin banklarin arkasina biraktigi battaniyeler...
1600 Pennsilvenia Ave. SE de bulunan McDonnalds’ subesi...
1600 Pennsilvania Ave. SW de bulunan baskanin evi...
Heykellerle dolu meydanlarda, tarihi sahsiyetlerin tastan kucaklarina ya da baslarina rahatlamis, ferah favur dolasan bir suru guvercin...
Kisa ve duzgun kesilmis saclarini beyazlamaya birakmis, ogretmen gozluklu, ogretmen kilikli, orta yasli, zarif hanimlar...
Kocaman cantalarini omuzlarina capraz asmis, paltolari uzun, bacaklari ciplak genc kizlar...
Parlamento binasinin ustundeki Lady Freedom heykelinin yuksekligini gecmeleri kanunlarca yasaklanmis, en fazla 10 katli ‘yuksek’ binalar...
Ulkenin izledigi dis poltika yuzunden yaptiklari isin degeri ayaklar altinda surunen, faili mechul katledilen butun askerler, bu yuzden yavrusundan oksuz kalmis, butun asker analari ve babalari icin selam caktigim “Unknown Soldier” aniti.
Kocaman kabarik etekleri, zarif, dantelli ve minik semsiyeleri ile icinden bir onceki yuzyilin kadinlari cikiverecekmis gibi duran, o gunlerden bana bakan, goz kirpan, eskimez ve yilmaz Georgetown sokaklari.

Yuzumu dondugum her heykelde bana bir parcasini gosteren Amerikan tarihi...
Attigim her adimda hissettigim, Amerika’nin surekli heyecanla atan kalbi...

Butun bunlar, bir sehri sevmeye yeter mi bilmem ama, kendimi ait hissettigim asil sehrimin ozleminde kaybolmamak icin bulunmus kucuk sebepler iste... beni ayakta tutacak kadar sevgi koymayi basariyorlar yuregime, bu da bana yetiyor... Simdilik...

Zara, 03, 2007

2 yorum:

зsiи dedi ki...

ne kadar okusak da bilsek de… takip de etsek ne başka yer şu amerika…
ve başkenti…

kente dair söylediklerinden; yapısal güçlülüklerinden ve toplumsal zayıflıklarından… ama tüm yoksunluklarına rağmen ortaklaşa üretilen zenginliklerden… dolaşıp gelip insana çıkıyor yolumuz…

kalemine sağlık…

Bence dedi ki...

nerelerdesin sen kacak?.. Yoksa, yoksa... yine buyuk sozu dinlemedin bana yuzugunu gostermeye mi geldin?..
Hakikaten yahu, iyi misin?..